24 Ağustos 2010 Salı

Sünnetli Çükler Düzenini Yıkalım

Aklınız fikriniz çükünüzde, çükünüzün size hissettirdiği güçte değil mi? "Sünnetsiz Ermeni" olunca, senin çükünden daha mı değersiz oluyor Ermeniler? Kürtler zaten aşağılıktı, onlara "Ermeni" diyerek hakaret(!) edince bir kat daha mı değersizleştirdiğinizi sanıyorsunuz Kürtleri? Dünyanın en onurlu çükü sizinki mi? Sünnetli olunca "erkek" oluyorsun herhalde... "Erkek" olunca da "güçlü"... Güçlü olunca da iktidar... İktidar olunca da ırkçı...

Söylesene "sünnetli bey", madem kimin ne olduğunu çok iyi biliyorsunuz sormazlar mı sana da: "Nereden biliyorsun kimin sünnetli kimin sünnetsiz olduğunu?"... Yıllardır bu savaşı kendi ırkçı amaçlarınız için sürdürüp, barış için tüm toplumsal kesimlerden gelen diyalog taleplerini göz ardı ederken, "teröristlerle" masaya oturmazken, onların çüklerini mi kontrol ettiniz?

Çük uzmanı olmanın kendilerini "terör" uzmanı yaptığını zanneden siyasetçilerimiz ne zaman vazgeçecekler bu eril dili kullanarak, kendi erkekliklerini her şeyin üstünde görmekten? Barışa giden yolun çükünüzden geçmeyeceğini biliyorsunuz değil mi? Toplu sünnet törenleriyle, zorunlu askerliğinizle daha da "erkekleştirdiğiniz" düzeninizde ancak şiddeti ve savaşı güçlendiriyorsunuz farkında değil misiniz?

Siyasetini "çükünden" yapan iktidarın karşısında, "erkeksen gelirsin" diyerek düello çağrısı yapan muhalefet ancak mide bulandırıyor. Kurdukları eril dil, çocuklara, kadınlara, eşcinsellere, trans bireylere, farklı etnik kimliğe sahip yurttaşlara, farklı olan herkese sadece şiddeti getiriyor.

Ayrımcılık önce "çükler" arasında başlıyor, sünnetli olan sünnetsizinden makbulken, çüke hiç sahip olmayanlar ise en aşağılıklar oluyor. Önce "sünnetli erkekler" sünnetsizleri eziyor, sonra hepsi birlikte kadınları... Sünnet oluyorsunuz, militarizmin yılmaz neferlerine dönüşüyor ve şanlı yüce Türk erkeği olarak tüm iktidar gücü sizin oluyor; çükünüzden bir parça atılıyor, elinize silah veriliyor ve her türlü şiddet meşrulaşıyor... Aklı çükünde olanın, fikri de ancak kandan ve savaştan besleniyor...

Bütün bu "sünnetli çükler düzenine" karşı bize sadece şunu söylemek düşüyor:

Dünyanın bütün sünnetli ve sünnetsiz erkekleri birleşin ve çükünüzün iktidarını yıkın...

Kadınlar, çocuklar, eşcinseller, trans bireyler, Kürtler, Ermeniler; tüm ezilenler, bir arada "eril" olmayan bir dünyayı hep birlikte yaratalım... (SY/TK))

Sedat Yağcıoğlu

Araştırma Görevlisi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü.

http://bianet.org/bianet

:)


Oğuz Atay'ın Oyunlarla Yaşayanlar oyunundan

"Ey zavallı milletim dinle! Şu anda, hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye düşünmek yüzünden biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. Fakir fukaranın hayatını anlatan zengin yazarlarımıza, gece kulüplerinde içtikleri viskileri zehir oluyor. Zengin takımının hayatını gözlerimizin önüne sermeye çalışan meteliksiz yazarlarımız da aslında şu fakir milleti düşündükleri için küçük meyhanelerinde ağız tadıyla içemiyorlar. Ey şu fakir milletim! Aslında seni anlatmıyoruz. Sefil ruhlarımızın korkak karanlığını anlatıyoruz. İşte onun için sana yanaşamıyoruz. Senin yanında bir sığıntı gibi yaşıyoruz. Hiç utanmıyor muyuz? Hiç utanmıyoruz. "

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Meselemiz

Dehlizleri sevdik biz.
Derinlere serüvenleri,
Yarı ışıklı yollarda
El yordamıyla ilerlemeyi.

Yormayan sohbetleri sevdik.
Çimenleri,sigaraları,müzikleri
Sırtı şekilli kadınları
Bir de tüm bunları izlemeyi.

Cibinliksiz uykuları sevdik.
Kanımızın şenliğini sineklerle paylaşmayı,
Yaprak aralarından görünen yıldızları,
Ve hatta onları örten bulutları.

İhtişamlı binaları sevdik.
Kuru, tahta kulübeleri,
Beyaz sahil hamaklarını,
Bir de otel köşelerini.

Çokbilmiş taklidi yapmayı sevdik.
Boyumuzdan büyük analizleri,
Yarım yamalak anlatmayı,
Adamları bir şeylere benzetmeyi.

Mektuplaşmayı sevdik.
Güzel çirkin harfler çizmeyi,
Değişik boylarda zarfları,
Postane yalnızlığını.

Sokaklarda karşılaşmayı sevdik.
Aptal saptal yürümeyi,
İnceden mırıldanmayı,
Ve yeniden gülmeyi.

Tanımadığımız şehirleri sevdik.
İnsan peşlerine takılmayı,
Dükkanlarda yoktan eğlenmeyi,
Hiç mi hiç sıkılmamayı.

İçli dışlı olmayı sevdik.
Güneşe beraber çıkmayı,
Havayı kibirsizce koklamayı,
Zarifçe süzülmeyi.

Çok notalı şarkıları sevdik.
Küçük ritimler tutturmayı,
Dinlerken yorulmayı,
Yorularak var olmayı.

Meselemiz üç kişilik değildi.
Biz de üç kişi değildik henüz.
Üçüncü kişinin anlamayacağı bir dili sevdik,
Ama unuttuk konuşmayı.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Uykuda


Uyanmam için bir sebep söyle,
Tek bir sebep !
Bu dehşetengiz sıcakta
Neden uyanayım?

Benim uykum bir yol
İki tarafı güvercin kaplı
Göğü parçalı bulutlu
Ucu, bucaksız,
Yarı toprak, yarı asfalt

Kim bilir ne zaman yapıldı?
Kim bilir nereden başladı?

Senin uyanıklık dediğin
Herkesin toplaşıp selamlaşması
Canlılık dediğin
Kandırmacanın cabası
Uykumdur seni seyreden,
Sekiz çizen ayaklarımla ben
Başı ferah, uyurgezer
Dünya da bana güzel.

Uyanmam için bir sebep söyle,
Herkes için geçerli olsun
Uyanacaksak,
Beraberce uyanalım.
Yok, uyku güzelse
Bırak bizi uyuyalım.

Gerçeğim uykumdandır;
Hani ışıktandı renkler?
Gözüm kapalı, ışık yok
Ama her şey rengarenk;
Beyazım beyaz, turuncum pembe,
Filmim film, şarkım resim,
İstediğim kadar kalın sesim.

Haydi bir sebep söyle!
Neden uyanayım?
Sanki kahraman mıyım ben?
Sanki biraz çirkin değiller mi
Kahramanlar sence de?
İyisi mi herkes kendi uykusunun
Kendine göre kahramanı olsun.

Söyle neden uyanayım?
Bu kırmızı memlekete
Kaldırımları buharlı,
Gürültülü cehenneme.
Uykum cennetimdir.
Uykum bereketimdir.
Uykum ihtiyaçtan başka,
İyi huylu şikayetimdir.

Bir sebep söyle!
Neden geçeyim,
Var olmayan kapılardan?
Neden bakayım,
İfadesiz adamlara?

Uykumda büyük bir bardak su,
Buz gibi, duruşundan belli.
Bir pınarın bir bardağa hapsoluşu
Acıtmıyor hiç içimi.
Söyle bana, neden uyanayım?
Kağıtlara sarılmak,
Tütünlerden yastık yapmak varken,
Param pulum yokken,
Ve deniz böylesine tehlikeliyken.


Uykum hayatımın ağırlığı,
Uykum en zararsız hatıra,
Uykum perdelerin karanlığı,
Uykum detaycı bir mimar,
Uykum gerekli bir fedakarlık,
Uykum doyumsuz unutkanlık
Uykum cazip bir teklif,
Uykum sağlıklı bir mesafe,
Uykum hiç yoktan tebessüm.
En azından, dinlenir gözüm.

Uykumda azım,çok
Uykuma laf yok!

Söyle neden uyanayım?
Söyle itikadım!
Sen söyleyene kadar
Mışıl mışıl uykudayım.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Love of the Loveless


Bu şarkı Eren'e yazılımış ya da belki Eren yazmış ya da şöyle diyelim; bunlar yazmasaymış Eren yazarmış.


Don't got a lot of time
Don't give a damn
Don't tell me what to do
I am the man
If there's a god up there
Something above
God shine your light down here
Shine on the love
Love of the loveless

Don't have too many friends
Never felt at home
Always been my own man
Pretty much alone
I know how to get through
And when push comes to shove
I got something that you need
I got the love
Love of the loveless

All around you people walking
Empty hearts and voices talking
Looking for and finding
Nothing

Don't got a lot of time
Don't really care
Not selling anything
Buyer beware
If there's a god up there
Something above
God shine your light down here
Shine on the love
Love of the loveless

Don't got a lot of time
Don't give a damn
Don't tell me what to do
I am the man

Love of the loveless

27 Temmuz 2010 Salı

Bursa'dan gol haberi mi var?

"Umut hepimize eşit dağıtılmış bir mikroptur" demişti beni seven biri, bir yerden mi duymuştu, kendi dimağından mı fırlamıştı bilmiyorum. İlk duyduğumda oldukça garip gelmişti zira insanların bir kısmı meselelere oldukça karamsar yaklaşırken bir kısmı meselelere şaşırtıcı bir heyecanla yaklaşıyorlar.Kendi nahilemi ise bu ikisinin tam ortasında buluyorum.
Şimdi çok başka bir yerdeyim, artık umudun eşit dağıtıldığını kabul ediyorum. Umut, çoğu özelliğiyle içgüdü benzeri bir konumda yer alıyor. Kimi akılla umuduna hakim oluyor, kimi salıyor çayıra mevlam kayıra. Bu salanlar daha çok şeyi yaşayarak tecrübe ederken, hakim olmaya çalışanlar, diğerlerinin yaşam tecrübelerinden faydalanıyorlar.
Bir bakış açısıyla umuduna hakim olmak korkaklıkken, bir başka bakış açısıyla, yapay tehlikelerle dolu bir dünyada ulvi bir duruş.İnsanın umudunu açığa vurmaması umutsuz kaldığını göstermez, aynı şekilde durmadan hayallerini anlatan, coşkulu olmaktan yılmayan bir insan da diğerlerinden daha umutlu demek değildir. İçine kapanık, sevgisiz kalmış bir insanın da binlerce farklı hayatı vardır hayallerinde. Aynı şekilde yüzlerce arkadaşı olan, istediklerini gerçekleştirmek için dört koldan saldıran bir insan da gelecekle ilgili korkularını bu yöntemle bastırıyor olabilir.Ama umut hepimize eşit dağıtılmıştır.Dolayısıyla umutsuzluk da öyle.
Yaşam şartları kişiden kişiye değişkenlik gösterebilir, mucize beklenecek kadar çaresiz kalınabilir ya da mucizelerden medet ummayacak kadar akıllı olunabilir. Çok bilen birinin yaşamından umduğu az bilen birinin yaşamından umduğuyla konu bakımından elbette ki çok az örtüşecektir, ancak "az bilenin umudu çok, çok bilenin umudu yok" diyemeyiz.
Bir şarkı vardı, son cümlesi şuydu :"Every day is brigther than the next day, at least that's what you think " Son kısımdaki " at least that's what you think" önermesi bu düşüncenin yanılsama olabileceği itirafını barındırıyor. Gerçekten de her günün bir sonrakinden daha iyi olacağını düşünseydik, yaşayamazdık. İstediğimiz kadar zor durumda olalım bizi yaşatan umuttur. Umduklarımızın, beklentilerimizin bizi komik durumlara düşürdüğü, daha da beteri hayal kırıklıklarının bizi korkaklaştırdığı doğrudur ancak kimse umut etmekten vazgeçmez. En basit haliyle ele alalım, yaşadığımız toprakların insanları, ister ateist olsunlar, ister satanist olsunlar, isterlerse de Hristiyan olsunlar durmadan İnşallah kelimesini kullanırlar. Bunu ağız alışkanlığıyla açıklayabiliriz ancak aynı ağız alışkanlığının diğer Arapça Kuran kökenli kelimelerde bu derece yerleşiklik göstermemesini neyle açıklayacağız? Durum şu ki insan Tanrı'yla işi olsun ya da olmasın, durmaksızın umutlanıyor. Umut bizler için en büyük motivasyon kaynağı, hatta en verimli hayat dinamiğimiz diyebiliriz. En küçük meselelerden, en büyük ve ciddi olanlarına kadar, her gün, defalarca umutlanıyoruz. Bazen kendi girişimlerimiz, bazen başkalarının girişimleri, bazen de hiç girişimsiz konular için bir iyileşme, bir düzelme, bir kendi doğrularımıza yakınlık bekliyoruz. Beklentisiz kaldığımızı düşünün. Yarın her şeyin aynı olacağını, hiç bir zaman hiç bir şeyin istediğiniz yönde değişmeyeceğini adınız gibi bildiğinizi düşünün, o zaman sizin için en güzel yöntem, ağır kimyasal uyuşturucularla mutlu, şuursuz bir son olacaktır. Oysa okula gittiğimiz, çalıştığımız,diskoya gittiğimiz, top oynadığımız, alışveriş yaptığımız, kavga ettiğimiz, bayram gezmesine gittiğimiz, televizyon izlediğimiz, youtube'da vakit geçirdiğimiz her gün umudun eseridir.
Dünya toplumu olarak çok büyük bir depresyondayız,, kurduğumuz yapay yaşamın foyası ortaya çıktıkça, gerçek olan aklımıza girdikçe, bizler beklentilerimizi azaltmak durumunda kalıyoruz. Eğer bir tutam uyum sağlıyorsak, yaşamı idame ettirebiliyorsak, oluşan ve oluşturulan şartları sessizlikle kabulleniyorsak, bu, işlerin düzeleceğine dair umudumuz olduğundandır. Burada büyük bir çelişki var. İnsanlar işlerin düzeninin değişeceği konusunda umut besledikleri için uyum sağlıyorlar ve isyan etmiyorlar, oysa işlerin değişeceğine dair umudu olanın, işleri değiştirmek için çaba göstermesi lazım gelir. Yani durum şu ki, size sunulan hoşunuza gitmiyorsa ve bu durumun değişebileceğine dair umut besliyorsanız, bu durumu değiştirmek için çabalarsınız. Ama günümüz toplumu öylesine büyük bir depresyonda ki umut bir ateşleyiciden ziyade uyutan bir antidepresan olarak işlev görüyor.Böyle olunca da toplum umuda bağımlı hale geliyor.Toplum kendi yaşamını sürdürebilmek, adeta hayatta kalabilmek, tutunabilmek, en azından yalnız kalmamak adına kendi yapay umudunu kendisi üretmeye başlıyor. Hani çok aşina olduğumuz bir söylem var ya "halkı uyutuyorlar" diye, bunun için çaba gösterenler olduğu doğrudur ancak hangi çaba yeterli olabilir ki 6 milyar insanı uyutmaya? Sorun birilerinin halkı uyutmaya çalışması değil, sorun halkın acı çekmemek için kendi kendini uyutmaya çalışmasıdır.Dünya halkının bu işi layıkıyla becerdiğini söyleyebiliriz sanırım ama bu yapay umutlar, bu boşa sevinçler ve boşa üzülmeler istikrarlı olacak mı? İnsanlık kendini uyutamadığında büyük bir savaşa mı girecek? Topluca intihar mı edilecek? Acı, katlanılamaz bir hal aldığında, sistem çökmeyecek mi? Ben anarşiyi bekliyorum. Gerçek , itekleyici umutların ışığında, isyandan doğan bir anarşi.Toplumların, bu kalıtımsal depresyonla yüzleştiği bir çağ.
Acının isyana, isyanın tutsaklıktan kurtuluş umuduna dönüştüğü bir devir.Başka, güzel bir ihtimal.
2-2 mi oldu?

19 Temmuz 2010 Pazartesi

**Le dimanche les enfants s'ennuient...


Dün günlerden pazardı. Çok sıkıldım. Uyudum,uyandım,bayıldım, ayıldım. Cesaret isteyen meseleler vardı, bir kenara bıraktım. En mendebur halimi takındım, öylece durdum.Çok terledim, yastığım sırılsıklam oldu, ıslak rahatsızlık çok güzel geldi bana, bir süre başka ıslak ve güzel rahatsızlıkları düşünüp, özledim. Hava sigara içmek için fazla nemli. Size de öyle gelmiyor mu? Hava öyle ki gündüzleri küçük ilişkiler, minik iletişimler kurulabilir yalnızca ve geceleri hafif bir rüzgar bulunursa susulup keyfi çıkarılır.Size de öyle gelmiyor mu? Hava çok sıkıcı, dünyanın kocamanlığını unutturuyor insana, derimin üstü de içimin iltihapları kadar yapış yapış kalıyor, pencerelerden uzak duruyorum, bereketsiz konulara kafa patlatıyorum, sonra iyice kendime gömülüp uyuyorum.
Böyle günler oluyor bazen, anladınız işte, hani o ağlamanın rahatlatmaktan ziyade yorucu ve bunaltıcı bir vazifeye büründüğü, sizi ağlamaktan bile soğutan günler. Böyle günlerde çocukluğumu bir kumar masasında kaybetmişim gibi hissederim, ya da canım cicim ayları geçmiş bir evliliğin tarafı gibi.
Az kaynaktan besleniyormuşum, öyle diyorlar, bu yüzdenmiş canımın hiçbir şey istemeyişi. Oysa ki meraksız değilim, merak ettiklerim arasından seçtiklerim az benim. Bunu da çok doğal buluyorum, öyle çok şey var ki çürümüş, kendimi "toplum bana istediğimi veremedi" derken buluyorum. Birçoklarının aksine ben, ne istediğimi biliyorum. Zaman zaman şaşırdığım, kendimi kaybettiğim doğrudur ama çoğunlukla duruşum duruştur.Toplum bu duruşu kabul etmez, toplum kabul ister, uyum ister, "kazananı yok etmek için bile önce kazanana dahil olmalısın" türünde bir söylemi dikte eder toplum. Örneğin dinlenmek istiyorsanız, size çizilen yolu takip edeceksiniz, üniversitenizi paşa paşa bitireceksiniz, tezler, doktoralar tüketeceksiniz, tonlarca işlevsiz makale yazacaksınız, daha sonra belki fikrinize danışabilirler, o da onları çok da sabote edecek bir şeyler anlatmıyorsanız. Ben bu dışlamanın doğal olmayan bir yanını görmüyorum,10 kişilik bir arkadaş grubunda 9 kişi hep sarhoş geziyor, kalan bir kişi de ağzına içki sürmüyorsa bir süre sonra sarhoşlar, içmeyene içirmeye çalışcaklardır, tüm ısrar ve zorlamalarına karşın başaramaz, karşılarında beklediklerinden daha kuvvetli ve sakin bir direnç görürlerse dışlama yoluna gideceklerdir, hiç içmeyen de zaten bir süre sonra sarhoşları aptal saptal şeylere gülmekle itham edecek ve onlardan sıkılacaktır, kopuş kaçınılmaz olacaktır.Hal böyleyken niçin garip olsun ve nasıl engellenilebilir benim az kaynaktan beslenmem? Toplum beni ne kadar kabul etmiyorsa, ben de toplumu, bu haliyle en az o kadar kabul etmiyorum, varsın canım sıkılsın, varsın irili ufaklı çıkmazlar oluşsun. Bana göre bu bir savaştır, hem duruşumu bozmadan hem de intihar etmeden yaşadığım her an fethettiğim bir kaledir.Kimileri yaşamı bir savaşa benzetmemi eleştiriyor.Diyorlar ki hayat bir taneymiş ve çok kısaymış ve düşünmeden yaşamak lazımmış. Ben de sorarım onlara; madem ki hayat çok kısa ve değerli, onu özensizce, düstursuz yaşayacak kadar kötü mü kullanacağım, bana dayatılana boyun eğersem mi daha çok değer vermiş olurum hayatıma yoksa reddedersem mi?
İyi bir hayat yaşamak, fırsatları iyi değerlendirmek demek değildir, rahat ve kolay olanı seçmek demek değildir,güçlü bir mevkide uzun yıllar bulunmak demek değildir, özgürlük kısıtlayıcı sosyal tabulara uyum sağlamak değildir, uyum sağlarmış gibi yapmak hiç değildir.
Hayatınıza değer veriyorsanız önce hayatınızın nelerden oluştuğunu kavramalısınız.Hayatınız; vücudunuzdan ve iradenizden oluşur.İçgüdü vardır, dolayısıyla bedensel ihtiyaçlarınız her zaman önce gelecektir, örneğin karnınız açken oturup eğitim sorunlarını düşünecek haliniz yok.Ancak yemek, su, cinsel tatmin ve keyif gibi temel ihtiyaçlarınızı karşıladıktan sonra geriye tek şey kalacaktır, o da iradeniz. İradenizin özgürlüğü sandığınızdan daha önemlidir. Bir ay boyunca (hatta bu konuda kararlıysanız bir ömür boyunca) et yemeden yaşayabilirsiniz ve bu, imkanlarınız dahilinde anlaşılabilecek bir durum olabilir. Ama bir ay boyunca ya da bir ömür boyunca emir alarak yaşamayı kim açıklayabilir bana?
Canım sıkılıyor, dün günlerden pazardı, bugün hala sıkılıyor, toplumsal dışlanma küçük bir şey değil, önemsiz bir şey değil, aileyle bitse tamam, işsizlikle bitse tamam, sağlıksızlıkla bitse tamam, ama bitmiyor. Bir de bakmışsınız ki en yakın arkadaşınız sizi "yola sokmaya", "adam etmeye" çalışıyor. En yakın hissetiklerinizin onca değişmesi canınızı yeterince yakmamış gibi bir de sizi değiştirmeye çalışmalarının hayal kırıklığıyla boğuşuyorsunuz.Oysa sizi anlamalarını beklerdiniz.Şuursuz gezişimiz, en yakınlarımıza bu derece dokunmamalı.Şuurumuzun bizi zorladığı, akıl ve sevgi dolu çocukluğumuzdan uzaklaştıkça ne menem sıkıntılara düştüğümüz farkedilmeli,seçtiğimiz paralel yaşam takdir görmeli.
Bu bizim tıkanıklık, gelmiş geçmiş en büyük tıkanıklık, ne Oblomov, ne Selim Işık, ne Raif Bey yanaşamaz bu tıkanıklığa, en çok arada kalan bizleriz, en çok biz boğuluyoruz kültür çöplüğünde. Hiç bir eski ahlak anlayışını kabul etmiyor oluşumuz ne kadar sevindirici bir durumsa, bireysel ahlak anlayışlarımızı oluşturamıyor oluşumuz da o kadar acınası.Nereye çeksen geliyoruz, oradan oraya savruluyoruz,savrulmak istemiyorsak da elimiz mahkum kaçıp, içimize çekiliyoruz. Öyle olunca da günlerden pazar oluyor, canımız sıkılıyor, oysa bu derece büyük bir sıkışmanın gerilimiyle bir patlasak belki dünyayı baştan yaratacağız, belki yeni bir evren oluşacak yeni zerrelerden, belki yalan yenilecek.
Gecelerden cumartesi, rüyamda bir sınavdayım, önümde biraz pilav biraz makarna var, soru çok garip, Kenan Evren bunlardan hangisini paketleyip satar, pilavı seçiyorum, sınav kağıdıma sığmıyor, mavi bir etiket var, onu da yanlış yere yapıştırıyorum, o sırada Kenan Evren geliyor,meğer sınavı Kenan Evren düzenliyormuş, makarnayı paketliyor, yanlış yaptığımı anlıyorum, Kenan Evren'e "hocam" diyorum, "arkadaki büyük tabaklardan alabilir miyim?" "Hayır" diyor, "sen bir an önce sınavını bitir"
Sınavı bir türlü bitirmek istemiyorum, kağıdın alt bölümlerine geçtikçe, asker kafasıyla cevap vermem gereken sorularla karşılaşıyorum, önce inandığımı yazıyorum, sonra arkadan biri uyarıyor sınavı geçemeyeni öldüreceklermiş, yukarıdan biri sesleniyor, bir bakıyorum tepede bir loca, bütün tanıdıklarım toplanmış,aşklarım,arkadaşlarım,uzak yakın bütün akrabalarım orada; "sınavdan çıkıyorum ben, siksen yapmam bu sınavı" diyorum.Eksiksiz hepsi itiraz ediyor, çok uzaktalar ama konuşuyoruz, beni ikna ediyorlar önce, "canından daha mı kıymetli" diyorlar. Bir kaç soruyu daha cevaplıyorum, aksi ya en öne oturmuşum, o pezevenk Kenan Evren de orada, pis pis bana bakıyor, dayanamıyorum, kağıdı üstündeki pilav ve makarnalarla berbaer fırlatıyorum, anfinin kapısına gidiyorum, herkeste bir eyvah havası, Kenan Evren "Vurun" buyuruyor...
Sabahlardan Pazar, sıkıntıyla uyanıyorum, sigarayla başlıyorum güne.
Günlerden Pazar, sıkıntıyla seriliyorum, uyur gibi yatıyorum öylece.
Gecelerden Pazar, cigaraya uyanıyorum bir vakit,terlemişim, sıkıntı biraz olsun gidiyor.
Günlerden pazartesi, oturdum bunları yazdım, sıkıldım...


** "Pazarları çocuklar sıkılırlar" manasında Fransızca cümle, Truffaut'nun "L'argent de Poche(Cep Harçlığı) filminde çalan sevimli bir şarkının da sözüdür.
http://www.youtube.com/watch?v=W5Z1Txg5J3c

Ne Mutlu


"Ne mutlu görmeden inanabilen kadına,zamanla, yaşam akışıyla bedenini yoğuran kadına.Şu odadaki kadına ne mutlu, dokunduğu her şeyi sayabilme, tanıyabilme hakkı olan, oturduğu yeri anlatabilen, balığı suda, yaprağı ağaçta,bulutu gökte, imgeyi şiirde bulabilen bir kadına, ne mutlu. Balık, yaprak, gök, imge; tam tamına böyle..."

Julio Cortazar

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Azap

Bir milimetrelik bir canlı gibi, vücudumun her zerresini dolaşan, en sonunda yüreğime yapışan azap.
Anliyorum çıkışın yok, kaçışın yok.
Yalnızlığa ağlarken, her gündüz ve gece, biliyorum ki beni yalnız bırakan sensin azap.
Artık biliyorum ki beni yalnız bırakan benim.
En hayırlısı tek başıma düşmek...yukarıya doğru...ne olur izin verilsin.

6 Temmuz 2010 Salı

Akşam

Ölüyorum akşamları;
İsmim cisimsiz kalıyor.
Bir sevdanın yamacında
Bir cürümün korkusu boğuluyor.
Durmadan özlüyorum
Neyi özlediğimi bilmeden.
İçimde kapkara bir su,
İçsen içilmez
İşesen işenmez
Rüzgar geçse ben ağlıyorum
Ben ağlayınca kimse ağlamıyor
Önümdeki küçük ışıklar
Sonra o gözler, dudaklar filan
Hep bir şeyin arkasında kalıyor.
Utanmıyorum halimden
Dahasını da istiyorum
Yeniden ölüyorum akşamları;
Beni sessizlikle yıkayın
Hava da hep kararsın,
Kimseler farketmesin;
Kendi koynuma büküldüğümü.
Cürümler eksilmesin,
Kabahatler gırla
Kusursuz cinayet olmaz ya
Cinayetsiz de ölüm olmaz işte,
Kusurlu kusurlu ölünsün,
Öldürün beni akşamları!
Ciğerimin tozuna güvenmeyin,
Daha binlerce akşam öleceğim:
Bak işte yine akşam oldu
Dervişler kol gezecek birazdan,
En sessiz fırtına kopacak,
Boynumdan niteliksiz hüzünler,
Bağrımdan sıkıntı süzülecek.
İstekle canlanan,
Köstekle durulacak.
Bir an gelecek;
En çok ben bileceğim
En güzel ben düşüneceğim
Yağmurun zerresi de,
Odamın kapısı da olacağım.
Şarkı, şiir derken geçecek zaman
İçimden gürültüler gelecek
Yolu bilip de yoldan gitmemek
Düsturumu belirleyecek
Sanki yarın başkaymış gibi
Bu akşam da öleceğim.

Ayıcık

24 Haziran 2010 Perşembe

Gerçek


Gerçekle arandaki engelleri kaldıracaksın.İkinci bir şans bulamayacaksın.Yüzleşeceksin.Gerçek cebinde tuttuğun değil,ulaşmaya çalıştığın değil,sana gösterilen değil,çoğu zaman senin görebildiğin de değil.Gerçek borcundur.Hayat borcunu silmez.Paşa paşa ödeyeceksin.Nerede, ne kadar eksiksen borcun odur.Gerçeği hep arayacaksın ama bulacağını sanma çünkü ne yaparsan yap hep eksik kalacaksın.Gerçek içinde değil,benim içimde de değil,gerçek seninle benim aramızda.Bunu da büyük bir şey zannetme bir kediyle benim ne kadar aramızdaysa bizim de o kadar aramızda.Gerçek, seni hem huzurlu kılan hem de rahatsız edebilendir.Gerçek,beklentilerini karşılayan değil,gerçek beklentilerini yok edebilendir.Gerçek tekil değildir,gerçek çokluktur,gerçek bitmez.Gerçek ihtiyaçtır.Yalanla bezeli bir yaşam yoksul bir yaşamdır.Gerçekle bağını koparmayacaksın,gerçeği harcamayacaksın,sana anlatılanlar gerçeği gizler o yüzden sen sana anlatılmayanları merak edeceksin,çünkü gerçek zor öğrenilir,zor yayılır,zor duyarsın,senin başkasından duyabildiğin muhtemelen yalandır.Gerçek senin ona aşık olman değil,seni ona aşık eden mahrumiyet gerçek.
Gerçek için yalınlaşmalısın,yalınlaşmanın en kolay yolu reddetmektir.Kirliliğinden arınmadan gerçeğe yaklaşamazsın ve reddetmeden arınmak zordur.Sana dayatılana karşı koyacaksın.Gerçekten ne istediğini bilebilmek için önce hiç bir şey istemediğin duruma gelmen gerekli.Öfken sana bu yolda yardımcı olacak ama ona da çok güvenme; seni gerçekten bir daha hiç yaklaşmamak üzere koparabilir.
Her şeyi sevebilmek gerçeği aramanın en zor yoludur ama başarabilirsen en tehlikesizi de o.Denemelisin,önce sevmeyi denemelisin,öfken son çaren olacak.
Gerçek, durduğun değil, olduğun yerdir.Gerçek, beğendiğin değil, çizdiğin resimdir.Gerçek,yaptığın değil, yıktığın şeyidir.Gerçek, hem küçüktür hem büyüktür.Gerçeği aramak, bilmekle,inanmanın en dengeli karışımını yapmaya çalışmaktır.Gerçeği aramak, ne kadar çabaysa o kadar tevekküldür.Gerçek bulunmaz.Gerçeğe yaklaşılır.Gerçeğe ne kadar yakınsan o kadar varsın.Ne kadar varsan o kadar anlamı var hayatının.Yalan, hem anlamsızlık hem de duygusuzluktur.
İnsan gerçekle, yalana doğar.Gerçeği aramak bu yüzden ihtiyaçtır.Gerçekten kaçılabilir ama bu,gerçeğin sonuçlarını ortadan kaldırmaz.
Gerçeği aramak, vicdanı tamamlamaya çalışmaktır. Bunun için önce vicdanın eksiklerini görmek gerekir ve vicdanın eksikleri ancak temiz bir vicdanda görünür olur.Vicdan; senden ibaret zannetme, vicdan; sen, o ve ötekidir.
Gerçeği arayacaksın, borçlarını ödeyeceksin. Sana mutluluk vaadetmiyorum, sana huzur vaadediyorum.Sana bilgelik vaadetmiyorum, sana akıl vaadediyorum. Sana aşkı vaadetmiyorum sana sevgi vaadediyorum.Sana iyilik vaadetmiyorum, sana denge vaadediyorum.Gerçek diyorum, tüm çirkin yanlarına rağmen yaklaştığın en güzel şey olacak diyorum. Ve sana söz veriyorum;yaklaştığın gerçek, ölüme değil, yaşama dair olacak.Gerçekle yok değil, var olacaksın.



Resim: La realite n'a pas qu'une porte - Carole Dekeijser

21 Haziran 2010 Pazartesi

İhanet Zevki


Vatan tüm kötü alışkanlıkların anasıdır: illetten tedavi olmanın en hızlı ve etkin yolu onu satmak, ihanet etmektir:
Nasıl mı satmak?
İster pahalı ister bedavaya:
Kime mi?
En yüksek peyi kim sürerse ona:
ya da, verip kurtulmak ağulu armağanı,
onu hiç bilmeyene, bilmek de istemeyene:
ister zengine ister yoksula,
umursamazın tekine ya da bir âşığa:
Salt ihanet zevki yeter:
bizi belirleyen, bizi tanımlayan, istemeden bizi bir şeyin sözcüsüne dönüştüren:
üstümüze bir yafta yapıştıran,
bize bir maske yakıştıran ne varsa
ondan sıyrılma zevki uğruna...
Haraç mezat satmak her şeyi:
tarih, inanışlar, dil:
çocukluk, manzaralar, aile:
fırlatıp atmak kimliğini, sıfırdan başlamak:
Sisyphos olmak, aynı zamanda,
kendi küllerinden yeniden doğan anka kuşu.

Juan Goytisolo

18 Haziran 2010 Cuma

Bu, Savaş Demektir


Hükümetin çağrısı üzerine,Mahmur ve Kandil'den gelen 34 kişilik "Barış ve Demokratik Çözüm Grubu" üyelerinden 7 tanesi dün tutuklandı.Barış ve Demokratik Çözüm grubu derken çok acayip bir şeyden bahsedildiği sanılmasın, Kandil ve Mahmur kampının silahlı veya silahsız sakinleriydi bu insanlar,artık ne kadar sakin olabilirlerse.Açılım lafının yalan dolan olduğu ortadaydı zaten,hatta bu blogta yer verdiğim Karayılan röportajı da işlerin nereye geldiğini gösteriyordu.Kürt meselesinde büyük bir çıkmaz oluşmuştu.Hükümet her hangi bir adım atmıyordu.Biz onların bu basiretsiz duruşuna kızıyorduk ama dün anladık ki hiç bir şey yapmadan dursalar daha iyiymiş.Şimdi soruyorum; bu insanlar çağırılırken tutuklanmayacakları sözü verilmedi mi? Giriş yapar yapmaz ilk iş ifadeleri alınıp özgürlüğe salınmadılar mı? Şimdi ne değişti de tutuklandılar.Oylarınız mı düştü beyim? Böyle yaparsanız daha da düşecek.Ne sanıyorsunuz MHP'den oy çalacağınızı filan mı? Tamam,anladık Kürtleri kandıramadınız,sandığınız gibi aptal çıkmadılar,siz de onları gözden çıkardınız.Peki bu topraklarda barış isteyen yalnızca Kürtler mi sanıyorsunuz? Size oy verenler söz verdiğiniz barış ve istikrarın hesabını sormayacaklar mı sizden? Peki bütçenizin çoğunu ordu yapılanmasına ayırırken nasıl bir ekonomik kalkınma öngörüyorsunuz? Ve aptal mısınız ki en büyük engeliniz olan orduya güçlenme imkanı bırakıyorsunuz? Böyle yapınca sizin tabanınızın isteklerini nasıl gerçekleştireceksiniz? Bir yandan sözünde duramayan güvensiz hükümetken bir yandan türbanı üniversiteye sokan cesur hükümet olabilecek misiniz? Kendi topraklarınızda iç savaş varken kalkıp da ortadoğu bekçiliğine soyunabilecek misiniz? Adama "senin gibi arabulucu olmaz olsun" demezler mi? Düşen turizm gelirlerini,kaçan yabancı sermayeyi ve bunun gibi ekonomik durumları saymıyorum bile, bunlar işin önemli ama önceliksiz kısımları.Şu güne kadar bir çok olayda hükümete tepkilendiysem de herşeyi akıllıca kıvırdıkları için hiç söyleyememiştim,bugün gönül rahatlığıyla söylüyorum: AKP sen aptalsın.Dün olan, yaptığın en büyük hatadır.Kürt açılımı oylarını düşürdü diye oluyorsa bütün bunlar, savaş ne kadar düşürecek şimdi onu göreceksin.Yaptığının arkasında duramamak seni bitirecek.Götü kurtarayım derken kelleyi kaptıracaksın.Senin hakettiğini bulman bizim işimize hiç gelmeyecek belki ama göz göre göre insan kandırmamayı öğreneceksin.
KCK'ya ya da yaygın adıyla PKK'ye gelirsek,onlara sakin ve sabırlı olmalarını söylemek bu saatten sonra mümkün değil,benim gözümde şiddet hiç bir şekilde meşru değildir ancak bazılarının şiddeti daha meşrudur.Ben Kürt gerillasının şiddete başvurmasını Türk ordusunun sınır ötesi operasyonlarından daha meşru görüyorum.Akp bir oyun oynadı aklınca,altından kalkamadığı bir oyun,örgütü zayıflatmayı,vermeden almayı hesapladılar.Kimse örgüte kızmasın,örgüt her ne kadar zamansız saldırılarda bulundu veya üstlendiyse de bütün bunlar yok olmama çabasıydı.Neden yok olmayı kabullensinler ki? Bunca yıllık savaşın sonunda onlara ne verildi? TRT şeşle mi avunacaklardı? Nitekim tek barış umudu da küçük bir denemeyle suya düştü.Dün tutuklanan 7 kişi örgütün tasfiye olmaya neden direndiğini gösterdi.Çünkü aptal değiller.
AKP "yargı Kemalist biz ne yapalım" bahanesinin kendisini kurtaracağını düşünüyorsa yanılıyor.Türban meselisinde kurtarır belki,belki youtube kapanınca "ben giriyorum siz de girin" diyerek topu yargıya atarsın ama bu meselede atamazsın.Nasıl ki Kürt açılımı deyip çoğunluğu karşına almayı göze almıştın şimdi de bu kepazilkten kurtaracaksın çağırdığın kamp sakinlerini.Bu pisliği temizleyeceksin.Ya temizleyeceksin ya da gelmiş geçmiş en rezil yönetici olarak yazılacaksın tarihe.Umut öyle bir şeydir ki verip de geri alırsan en kötüsünü yapmış olursun,umutsuz insanla umudu çalınmış insan başkadır.Şimdi barış umudu çalınanlar yalnızca üzgün değiller aynı zamanda öfkeliler.Şimdi herkese savaş ortamı yaratıldı.Ordu mensupları zil takıp oynar artık.Hatta belki darbe bile yaparlar.Avrupa Birliği'nin sana koca bir nah çekmesine de az kaldı.
Peki bizi bu cehennemden kim kurtaracak? MHP'nin 40. yılını bakkal hesabıyla toplaya toplaya hesaplayan baş faşist mi? Memur bozması gizli faşist mi? Açtığı partiyi 3 günde kapatan kalıp saçlı sahtekar suratlı adam mı? Şapşal şapşal bakan eski komutan Pamukoğlu mu? Yoksa Mehmet Ağar yine yeni yeniden aday olacak da o mu kurtaracak? Korkarım felaket günler bizleri bekliyor.Hala küçük bir umudum var; AKP yapılan gerizekalılığın farkına çabuk varır da tutuklananlar derhal salıverilir diye umuyorum.Aksi takdirde savaş durdurulamaz!

15 Haziran 2010 Salı

Azınlık

Oda sessizdi.Karanlık.Usul usul ilerliyordu.Ses çıkarmamaya,uyuyanları uyandırmamaya özen gösteriyordu.Pis ve nemli bir hava solunum deliklerinden girip çıkıyordu.Yemeğin kokusunu aldığından beri bu anı gizlenerek beklemişti.Çok büyük bir ekmek parçası ya da sebze artığı bulmayı umuyordu.Perdelerin kapalı oluşu hoşuna gidiyordu,böylece herkes daha güvendeydi.Yatağın ayakucuna vardığında en sevdiği kokulardan biriyle irkildi,kaynağının ne olduğunu biliyordu,kendi etrafında dönerek karanlıkta seçmeye çalıştı,masanın ayağıyla,sandalyenin ayağının tam ortasında onu gördü,yumuşacık olduğu bu karanlıkta bile belliydi ama tüylü olduğu anlaşılmıyordu.Yaklaştıkça heyecanlandı,birazdan çok sevdiği bir eğlencenin zevkine varacaktı.Yine de dikkatli olmalıydı,onun gibi bir mahlukun eğlenmesi fazlasıyla tehlikeliydi.Yumuşak tünelin ağzına geldiğinde etrafına bakındı,kimsenin uyanmadığına emin olduktan sonra içeri süzüldü.Hiç bir şey göremiyordu,en çok da bunu seviyordu,kapkaranlık bir yumuşaklık,sanki çıkıverdiği yumurtanın içine geri dönmüş gibi,ama daha şefkatli,daha yumuşak,sıcacık ve yoğun kokulu.İncecik ayakları,yumuşak tüylerin boşluklarına girdikçe gıdıklandı,bu tünelin içinde yürümek oldukça zordu,yine de en sonuna kadar yürüyecekti,tünel çoğunlukla çıkmaz olurdu ama bazen sonuna doğru bir yerinde ufak bir yırtık,bir hava deliği bulunurdu,işte oradan fırlayıvermek gibisi yoktu,yeniden doğmak gibiydi.Bu sefer deliği bulmak zor olacaktı,her tarfı ince ince eşelemek gerekliydi ve yine de sığabileceği büyüklükte bir delik bulamayabilir,girdiği yerden sessizce çıkabilirdi.Aslında en zevkli olanı bu yumuşaklığın içinde sırt üstü devrilmekti ama bir daha hiç ayaklarının üstünde duramamaktan çekiniyordu,bir keresinde yapısına ters düşen bir devinimle olduğu yerde dönüvermiş,kendini kaybedip sağa sola yuvarlanmış,hiç olmadığı kadar özgür hissetmişti.Ama duruşunu toparlaması uzun sürmüştü,bunun çok tehlikeli olduğunu biliyordu,biri onu öylece bulabilir,küçük bir hareketle yok edebilirdi.Aslında onlara yapılanlar,ona anlatılmamıştı,ne zaman bir yaşlıya sorsa geçiştirme cevaplarıyla karşılaşmıştı,ortada büyük bir acı olduğu belliydi,ama kimse konuşmuyordu.Hayatlarında, onu rahatsız eden bir uyum vardı,genlerindeki kalıtımsal korkaklık,evrimin onu dönüştürdüğü şey, ona yetmiyordu.Nitekim diğerlerinden farklı davranırdı,mümkün olduğunca daha önce gitmediği köşelere gider,farklı şeyler arardı,çiçek saplarının ne kadar lezzetli olduğunu ona kimse söylememişti,o kendi keşfetti,ne zaman eve yeni insanlar gelse diğerleri saklanırdı,o ise manzaralı bir köşeye geçer anlam veremediği sesleri dinler,hareketleri dikkatle gözlemlerdi.Her insanın kendi kokusu vardı,ona kalsa koyundan koyuna gezecek,dudaklar üzerinde yürüyecek,parmaklardan kayacaktı.Ama korkuyordu işte.Ona kim bilir hangi katliamdan kalmış bu korkuyu üzerinden atamıyordu.Kendini çaresiz hissediyordu.Yaklaşmak isteyip de yaklaşamamak,kaynaşmak isteyip de kaynaşamamak.Özgürlüğünü kısıtlayan buydu işte.Yoksa kuytusunda ense yaptığı duvarlar,saklandığı delikler veya ansızın üstüne fırlatılan bir battaniye rahatsız etmiyordu onu.İçinde iki şey vardı,açlık ve tutsaklık.Bazen dünyayı ele geçirdikleri gelecekler kuruyordu,saklanmadıkları,öldürülmedikleri ve belki güneş ışığından rahatsız olmadıkları bir gelecek.Sonra diğerlerini de ne kadar sevdiğini hatırlardı.Kendilerinden olmayana duyduğu o merak benliğini ele geçirirdi,hiç bir zaman kıyamazdı ötekilere.Beraber yaşamak hayali kavururdu içini.Ne kadar denediyse de kendisini suçlayamıyordu,ne korkaklığı ne de başka bir şey için.Bir kere o tamamen zararsızdı.Tek istediği özgürce dolaşmak ve diğerleriyle bir bütün olabilmekti.Dışarı çıktığı günü hatırladı,sebebini açıklamamışlardı ama ona dışarı çıkmaması gerektiğini sıkı sıkıya tembihlemişlerdi,her zamanki gibi dinlemedi,ne de olsa olduğu yerde durmak,korkusuna hapsolmak olabilecek en kötü şeydi.Toprak ona yabancı gelmişti ilk başta,soğuktu ve üzerinde yürümesi zorluydu.Bir kaç tedirgin adımdan sonra açılmıştı,hızla koşuşturmaya başlamıştı,çimenlerin başladığı yere yakın karıncaları görmüştü,onlara seslenmişti,karıncalar arkalarına bile bakmadan kaçışmışlardı,sırtlarındakileri düşürmüşlerdi.Çok üzülmüştü ama onlara hak vermişti.Çimenlerin üzerine geldiğinde önce koklamıştı derin derin,alışkın olmadığı bir kokuydu,kafası bulanmıştı,çok fazlaydı,her şey çok fazlaydı.Bir süre şuursuzca sağa sola hareket etmişti sonra durmuştu,etrafının yeşiline bakmıştı,güneşi görmeye çalışmıştı,gözleri kamaşmıştı.Yeşil,sarı,kahverengi ve o koku,onu sarhoş eden koku.Bir an bayılacak gibi olmuştu.Kendini öylece bırakıvermişti.Sanki kendisinden başka bir şey olarak yeniden varolmuştu.Çimenle birdi.Çimenin ondan,onun çimenden farkı yoktu.Toprak değişik seslerle titrerken,bütün titreşimleri eklemlerinde hissetmişti.Sebebi bilinmez bir gerilimin ortasında çok rahattı.Belki de ilk kez doğanın bir parçası olduğunu bu kadar çok hissetmişti.Hele o rüzgar yok muydu? Ilıklığıyla sırtının sertliklerini yalayarak yumuşatırken bir yandan da büyük ama korkutmayan seslerle coşkusuna coşku katıyordu.En sakin,en rahat halini aldığında bir kedi gelmişti,küçük hareketlerle yanaşmıştı.Bir parçası kaçması gerektiğini söylüyordu ama o kaçmamıştı, olduğu yerde öylece durmuştu.Kedi tırnaklarını çıkarmadan, patileriyle sırtını yokladı bir kaç kez,hırıltıya benzer sesler çıkardı,onu kokladı ve geldiği gibi yavaş ve zarif adımlarla uzaklaştı.O an hayatının en hızlı büyümesini yaşamıştı.Ölüm onun için artık uzak ve korkulacak bir şey olmaktan çıkmıştı,ölüm artık yalnızca vardı.
Bütün bunları hatırlarken yumuşak tünelde ne kadar çok zaman geçirdiğini farketti,son bir kez bütün kokuyu içine çektikten sonra önce kafasını,sonra kalanını çıkardı tünelden.Bu yolculuğa yemek için çıktığını hatırladı,mutfağa doğru yöneldi,tam odadan çıkarken yataktan bir ses geldi,olduğu yerde kaldı,hiç kıpırdamadı,sessizce olan biteni seyretmeye koyuldu.Uyuyan biraz doğruldu,gözleri yarı açık duvara baktı bir süre,esnedi,saate baktı sonra yanındaki diğer uyuyana döndü,kısa bir süre onu
izledi,sonra vücudunu diğer uyuyanınkine iyiyce bitiştirdi ve ellerini beline dolayarak tekrar gözlerini kapattı.
O bir süre daha hareketsiz bekledi,ortalığın iyice güvenli olduğunu anlayınca yeniden hareket etti.
Mutfak,pencereden gelen ay ışığyla yarı aydınlıktı,daha girişte bir kaç ekmek kırıntısı vardı,hızlıca yedi.Durdu.Bıkmıştı.Her gün gizli gizli yemek yemekten,kuytularda gizlenmekten,her yere kapalı dünyasında yaşamaktan,korkmaktan,çekinmekten bıkmıştı.Yemek yemenin bile bir zevki yoktu böyle.Neden onları sevmiyorlardı?Onlarda sevilmeyecek olan, onları sevmeyenlerin bilebileceği şeyler değildi,kimse onları tanımıyordu.Varlıkları kolay anlaşılır bir varlık değildi elbette yine de ne zararları vardı ? Bunun böyle kolayca kabul görmesi,onların saklanarak yaşamayı kabul etmesi,yaşamlarını buna göre biçimlendirmeleri ağrına gidiyordu.Neden her yerde olamıyorlardı? Başkaları çok şanslıydı ya da çok cesur.Bir anda öfkelendi,istedikleri ihtiyaç duyduğu şeylerdi ve o yüzden istediklerini almalıydı.Uyuyanların arasına gidip yatmayı geçirdi aklından,sonra çok ürktü,her tarafını heyecan bastı.Yapabilir miydi? Onları uyandırmadan yapması gerekliydi.Uyanırlarsa ne olurdu?Çok korktu.Titredi.Bir kaç anlamsız adım attı.Yeniden durdu.Merak,kanını zehirleyen bir ilaç gibiydi.Hayatı boyunca bunu hayal etmişti.Sağ kurtulup da bunu diğerlerine anlattığı kahraman bir geleceği düşündü,ona bir şey olmazsa belki de her şey değişirdi.Bütün bunlar ona cesaret verdi ve odaya dönmekte karar kıldı.Ağır ama istekli adımlarla ilerledi.Kapıya geldiğinde heyecanı o kadar artmıştı ki bulanık görmeye başladı.Duvarın dibinden sürünerek yatağa doğru yaklaşmaya çalıştı,yaklaştıkça ayakları yürüyemez hale geliyordu,heyecanı onu sımsıkı saran bir kundak gibi hareketlerini kısıtlıyordu.Yatağın ayağına geldiğinde bir nebze olsun sakinleşti.Bunu yapacaktı işte.Bir tek o yapabilirdi.Öyleyse yapmalıydı.
Hızlı bir biçimde yatağa tırmandı.Tırmanmasıyla uyuyanın devasa kütlesini görmesi bir oldu.Bu sandığından da büyüleyici bir şeydi.O koca yaratık orada öylece duruyordu işte,ayak parmakları kıpırtısız,ince kemikli ve kırılgan gözüküyorlardı.İlk kez, bir insan ayağını bu kadar yakından inceliyordu,ne kadar da farklıydı.Bu fark onun içinde daha önce hissetmediği bir genişlik yaratıyordu.Uyuyanların ayaklarının etrafında yavaş ve dikkatli turlar attı,uzun uzun seyretti,etraflıca inceledi,hatta biraz sürtündü bile.O kadar büyülenmişti ki korkusundan eser kalmamıştı.Bulduğu cesaretle en büyük hayaline ulaşmak için yola çıktı :İnsan yüzü.Yüze ulaşıncaya kadar temas etmemeye karar verdi,böylece uyanmazlardı.Karanlıkta seçebildiğince seyretmekle yetindi,göbek deliği çok ilgi çekiciydi,bir an oradan girip insanla tamamen bir olmayı düşündü,sonra vazgeçti.Önceliği dudaklardaydı.En çok ağzı merak ediyordu.
Bereket uyuyan,yanağının üstüne yatmıştı,böylelikle dudaklara ulaşmak için hiç bir yere tırmanması gerekmiyordu.Doğruca dudaklara gidecek,antenlerini sürecek,koklayacak belki bir süre öylece kalacaktı.Dudakların tam önüne geldiğinde bekledi,uyuyanın sıcak soluğu vücudundaki zarları titreştiriyor,kendiliğinden sevimli bir hava oluşuyordu.Bir süre tereddüt ettiyse de merak onu sabırsızlaştırmıştı.Bir iki çok yavaş adım attı,ağır çekim bir hareketle antenini üst dudağa değdirdi,yumuşaktı,sıcaktı.Bir insana dokunduğu anda değişik bir şey hissedeceğini hep biliyordu ama daha önce var olduğunu hiç bu kadar hissetmemişti.İnsanın içinden çıkan o sesler onu bir huzura taşıyor,sanki insana dokundukça o da insan oluyordu.Uyuyan hiç hareket etmiyordu.Bunu farkettiğinde ön bacaklarını da alt dudağa koymaya karar verdi.Usulca kaldırdı ve yasladı.Yaslamasıyla uyuyanın ağzından öyle güçlü bir hava fırladı ki kendini yatağın üstünde buldu.Uyuyan uyanmıştı.Gözleri açıktı.Hareket etmesi mi doğruydu etmemesi mi?Şimdilik bir hareket yoktu,insan, gözleri açık öylece duruyordu.Onu görmüş müydü acaba?Acaba insanlar da kediler gibi zararsız olabiliyorlar mıydı zaman zaman? Bir yandan çok korkuyor bir yandan da kımıldanıp,sıvışmak istiyordu.Tam o sırada korkunç bir gürültüyle beraber,insan yerinden fırladı,durmadan yüksek sesler çıkarıyor,ufak ve hızlı hareketlerle üzerine atılıyordu.Sağa sola bir kaç adım attıysa da parmaklar onu bulmakta gecikmedi,yataktan uçtu,yere ters düştü,korkunç sesler devam ediyordu,diğer uyuyan da uyanmıştı,bir tanesinin ona doğru yaklaştığını hissediyordu.Işıklar yandı.İçindeki korku,dışının paniğiyle birleşti.Bacaklarının üstüne dönmeye çalışıyor,bir türlü beceremiyordu,sert kabuklu sırtının üstünde hacı yatmaz gibi bir sağa bir sola sallanıyor ama yuvarlanamıyordu.Devasa bir gölge üzerini kapladı.Korkunç,dev adımlar atıldı.İnsan, elinde terlikle ona doğru eğildi,terliği kaldırdı ve güm!

Genç ve cesur bir hamamböceğiydi,bir terlik darbesiyle paramparça oldu,halbuki kafası kopsa bile dokuz gün yaşayabilirdi,ona bunu bile bırakmadılar.Cesedini bir peçeteyle tutup camdan fırlatıverdiler.Ölmeden hemen önce, öyle büyük bir panik yaşamasaydı eğer belki de esas korkak olanın o değil, onu öldüren olduğunu anlayabilirdi,içi rahat giderdi bu dünyadan.Ama onun gözü sevişmekte,onun gözü bir olmakta,onun gözü varlıkta,onun gözü arkada kaldı,öldü.

Çocuklar İçin Faşizm


Faşizmi çocuklar da anlayabilir
Dayak yemektir serseri bir babadan
Karanlık odaya kapatılmaktır
Hakkını istemekte direttiğin zaman

Üvey ana, yarı güleç öksüze
Sabunlu eliyle tokadı yapıştırır
Henüz yaslıdır çocuk henüz dayanıksızdır
Yıldırmaktır amaç esir etmektir
Çocuk faşizmi yanağında tanır

Onlar niçin böyle çirkin olurlar
Bir tek güzel faşist yaşamamıştır
Anlamlı sorulardır bunlar çocuklar size
Okullar bu dersi öğretmiyorlar

Nerde bir kuvvet birikmişse haksız
Nerde bir zartzurt ya da cartcurt
Nerde elimizden kapılmışsa ekmek
Sınıfta, sokakta, evde, çarşıda
İşte çocuklar faşizm ordadır

Hepimiz elele tutuşmalıyız
Korkmadan yürümek için gecenin ötesine
Güneş nasıl olsa doğacaktır
Horozlar ötmeye başlar başlamaz

ERGİN GÜNÇE

14 Haziran 2010 Pazartesi

Bir 301 Aşığı : Kemal Kerinçsiz


Biz her ne kadar adını ilk kez Ermeni konferansını iptal ettirişiyle duyduysak da eminiziz ki gerek hal-i hazırda yeterince karışık olan üniversite zamanlarında,gerekse mesleki yaşamında bilmediğimiz bir çok vukuatı vardır bu, aydın insan avcısı,canavar ruhlu adamın.Kim bilir kaç ülkücü katili kurtarmıştır hapisten,tabi en büyük destekçisi hakimler ve savcılar da sağolsunlar.
Gönül isterdi ki bu mahlukatın o günlerini de ifşa edebilelim ama şimdilik bilinen marifetlerini anlatacağız.Onlar da hiç azımsanacak gibi değil,yazarsak elimizi yoracak kadar fazla.
Dediğimiz gibi Ermeni Konferansı adıyla yapılacak olan ve bu topraklarda yaşayan herkes için bir yüzleşme fırsatı olan bu toplantıları önce iptal ettirmiş, ardından "Türk milletinin bu kararlara sabır göstermeyeceğini bilmelisiniz. eğer, yanlışta ısrar edip üçüncü bir toplantı kararı aldığınız takdirde millet sizi zengin hoşgörüsünden istifade ettirmeyecektir." tehdidini savurmuş,bütün bunlar yetmeyip de toplantı Bilgi Üniversitesi'nde yapılınca,çıkıştaki protestoları,yumurta atanları örgütlemiştir.
Kendisinin yaptığı "1980 öncesi kızıl emperyalizme karşı vatanını koruyan ülkücülere bir kez daha görev düşmektedir. bu defa mücadelemiz sapık ve acımasız Amerikan emperyalizmi ile katil Yahudi devletine karşıdır.Nasıl ki ülkücülerin 80 öncesinde direniş gücünü kıramayan sovyet komünist imparatorluğu çökmüş ise, dünyayı kan ve göz yaşına boğan Amerika’nın sapık rejimi de yine ülkücüler ve Türk milliyetçileri tarafından çökertilecektir." açıklamasından anlıyoruz ki Kemal Kerinçsiz ciddi bir şizoefreniyle boğuşuyor.Yanlış öğrenmiş diyemiyoruz çünkü sanırım kimse Sovyetler Birliği'ni Türk ülkücülerinin çökerttiğini zannedecek kadar yanlış öğrenemez.
Bu sanrılardan olsa gerek ki bu adam sürekli bir paranoya halinde.Ben aydınlardan bu kadar korkan bir insan daha görmemiştim,hani belki Kenan Evren ve arkadaşları bu kadar korkuyordur zamanında diyebiliriz.
Bir de komik silah almış eline,aydınlara doğrultmuş :301
Bu 301. madde bildiğiniz gibi Türkiye Devleti'ne karşı işlenen düşünce suçlarını kapsıyor.Şimdi bunu bir kenara bırakalım bir de Danimarka ceza kanunun 110.maddesine bakalım: "It is illegal in Denmark, under section 110 (e) of the Danish penal code, to desecrate the flags or national symbols of foreign nations, while legal to burn the Dannebrog, Denmark's national flag."
Diyor ki Danimarka'da başka ülkelerin bayraklarını yakmak yasaktır ancak Danimarka bayrağı yakmak yasak değildir.Kanunun açıklamasında kendi bayrağını yakmanın bir eleştiri olarak görülebileceği anlatılıyor.
Bizim Kemal Kerinçsiz önce Hrant Dink'in yazısını anlamayıp,Türklüğe hakaret olduğu gerekçesiyle savcılığa başvuruyor,savcılık da yazıyı anlamamış olacak ki davayı kabul ediyor,Hrant Dink derdini duruşmada da anlatamıyor,mahkum oluyor.Tabi bu süreç bu kadar masum değil,ortada planlanmış bir cinayet varken bunun hangi aşamadan itibaren planlanmaya başladığını bilemeyiz ancak azıcık dikkatli bir bakışla Kemal Kerinçsiz'in boşa gitmeyen hedef gösterme çabalarıyla başladığı ortaya çıkar.Yani esas mesele Kemal Kerinçsiz'in Hrant Dink'in yazısını anlamamış olması değil,başından beri cinayetin içinde olması.
Aynı denemeyi Orhan Pamuk için de yapıyor,Hrant Dink suikastinin sözde planlayıcılarından Yasin Hayal'in "Orhan Pamuk da akıllı olsun" şekilnde boğuk sesler çıkarması boşuna değil.Aynı ekip, aynı oyunu oynuyor,o sıralarda Kemal Kerinçsiz hala canlı yayınlara çıkıyor,atıp tutuyor.
Dedik ya adam avukat mı Türklük bekçisi mi belli değil,edebiyata tahammülü yok,Türk'ü hafif yerseniz bıyıkları gıdıklanıyor,yazarları vatan haini ilan etmeyen hakimlere çatıyor,onları Türk olmamakla suçluyor.
Nitekim işi gücü olmadığı,ülkü ocaklarından beslendiği çok belli olan bu adam hiç bir şeyi atlamıyor,Elif Şafak'ın Baba Ve Piç romanı da gözünden kaçmıyor,hedef göstermeler devam ediyor,Elif Şafak da tehditlere uğruyor.Elif Şafak davasıyla ilgili BBC kendisine fikrini soruyor," Characters in a novel may be fictitious, but the authors are real " yorumuyla neden yazar düşmanı olduğunun ipuçlarını da veriyor.
301'in yetişemediği yerlere de muhakkak yetişiyor,en az kendisi kadar işsiz güçsüz savcılar onu hiç kırmıyorlar,hakimler "Bir emriniz var mı" diye soruyorlar,Perihan Mağden halkı askerlikten soğutmaktan yargılanıyor ve tabi ki bunun altından da Kemal Kerinçsiz çıkıyor,üstelik davanın açılmış olması bu adam için hiç bir zaman yeterli değil,her mahkeme çıkışında muhakkak örgütlediği hırçın bir kitle protesto edermiş gibi yapıyor.Kendi ağzından verdiği rakamlara göre toplam 72 aydına dava açılmasında ön ayak oluyor,her mahkemenin çıkışına öfkeli kalabalık getirdiğini de düşünürsek,durmak,yorulmak bilmiyor.
Kendisi sadece bir hukukçu değil,yorulmaz bir aktivist,size önemsiz gelebilecek şeyler onun için önemli,örneğin Dünya Ermeniler Başpatriği Heybeliada'daki ruhban okulunu ziyarete geliyor,Kemal Kerinçsiz arkadaşların toplayıp soluğu orada alıyor,ruhban okuluna doğru sloganlar eşliğinde yürümek istiyorlar,nasıl olduysa,hayret verici bir şekilde polis izin vermiyor da saçma sapan bir faciadan kurtulunuyor.Yine de gruptakilerden biri "Bizi rahatsız etmeyin" diyen yaşlı bir Ermeni kadına tokat atmayı ihmal etmiyor.Mesela TESEV zorunlu göç ile yüzleşme raporu toplantısı düzenliyor,Kerinçsiz ve arkadaşları oradalar,önce bağırış,çağırışla toplantıyı babalıyorlar,daha sonra iş fiziki müdahaleye kadar gidiyor,konuşmacılar tartaklanıyor.Kemal Kerinçsiz bütün bunları Büyük Hukukçular Birliği Başkanı sıfatıyla organize ediyor.Büyük?Hukukçu?
Sadece Türk vatandaşlarına hücum ettiği düşünülmesin,örneğin Türkiye AB karma parlamento eşbaşkanı Joost Lagendijk ve Ermenikiliseleri başpatriği Karekin de suç duyurularına maruz kalıyorlar,hatta Lagendijk bir röportajında buna çok şaşırdığını,bunu gerektircek bir şey söylemediğini vurguluyor.Oysa şaşırması yersiz çünkü Türk ordusunun yetkilerinin sivil yetkileri aşabiliyor olmasını doğru bulmadığını söylemişti,ordunun legal tetikçisi olarak davranan bir adamın kendisine dava açması ne kadar şaşırtıcı olabilir ki?
Tabi ki,irili ufaklı bir çok marifeti daha var,sıkı bir Bianet takipçisi olduğunu düşünüyorum,çünkü nerede faydalı bir konferans,toplantı olsa haberi oluyor,bu adamı davet etmiyorlar ya.Bir çok da yöntemi var.Ya emniyete şikayet ediyor ya bizzat gidip kendi basıyor.
Biraz akıllı bir adam olsa muhtemelen Ergenekon davası derinleşince durulup gizlenmeye başlardı ama gitti cami duvarına işedi,başbakana Abdullah Öcalan'a sayın dediği için dava açtı.Başbakan tazminata mahkum oldu.Kemal Kerinçsiz'in tutuklanması da uzun sürmedi.Büyük ihtimalle tutuklanmaya çalışıyordu,onun hala güvendikleri var,o hala hapisten çıktığı gün büyük bir kalabalığın onu coşkuyla karşılayacağını,gururlu kahraman bakışları takınmasına fırsat verileceğini,korunacağını,kollanacağını,hatta kim bilir belki bir siyasi partinin ona kucak açacağını,sağda solda röportajlarının yayınlanacağını,her zaman parasının olacağını,onun gibi adamların bu ülkenin yapı taşları olduğunu ve şuursuzca inandığı ideolojinin modasının hiç bir zaman geçmeyeceğini düşünüyor.Haksız mı? Hadi onu haksızlaştıralım.

11 Haziran 2010 Cuma

Trende


Ezgi'ye ( defterde buldum aynen yazdım,seyahatlerimizi unutmayalım diye)

15.07.2008

Bugün Ezgi dostumla Almanya'ya giriş yaptık Baden Baden havaalanından.Lan ne zormuş Stutgart'a gitmek,nah hala trendeyiz.Müzik felan dinliyo bu salak,İstanbul'a gidince de artık felan demiyecekmiş,filan diyecekmiş,pedikür yaptıracakmış,haftada bir kereden fazla yıkanacakmış ve bu gibi şeyler.Ben de 2 kilo vereceğim,iyi gelir.Neyse Stutgart'ta fotoğrafçının birinin evinde kalacağız,kanepesinde sörf yapacağız.Oradan Ezgi memlekete ben de Berlin.Bu laflar boy boy öpsün seni aptal kovboy.Aptal kovboyun çatalı olsa plastik mlastik batırırız.Bir de Emiliy Dickinson şiirinde tema olsam.


Ben,Ezgi olan,bakma kulaklığı taktığıma,canımızı izliyorum.Pembe rujuyla gülümseyip ders çalışışını.Kızlar nasıl bu kadar temiz oluyor,brividi için de erkeklere ihtiyaç duymuyor.Harika bir şey olsa gerek.Yazmaya başlayınca karın ağrım,uydurdum,mide bulantım geçti dostum.Sağol.Öğlen on ikiden beri benimle yollarda süründüğün için de sağol.Risotto için de.Çok güzeldi.Yazmasan da İrfan Abi kağıdını aldığın için de.Sorrento'daki en iyi restoranı bulman da iyiydi,Positano'daki en pahalı limonatayı da.Sanırım bu yolculuk hiç bitmeyecek,sağol,var ol...

Not:Ben 2 kilo veremediğim gibi 8 kilo aldım.Ezgi de pedikür filan yaptırmadığı gibi en son gördüğümde saçını haftada 1 kere yıkıyordu.

Bahsi geçen Emily Dickinson şiiri:

Yürek! Onu unutacağız
Bu gece senle ben
Gel sen unut verdiği sıcağı
Ben aydınlığı unutacağım
Becerebilirsen haber ver
Ver ki bir çırpıda başlayayım
Çabuk! Sen oyalandıkça
Ben onu hatırlarım.

Freedom's just another word for nothing left to lose **




" Yıllar sonra, sabah karanlığında küçücük ilkokul çocuklarının belleğimden silemediğim vatan şiirlerini ezberleyerek, siyah giysiler içinde okula gittiklerini görünce,nemli İstanbul sabahlarında...
- Hiçbir yanlış değişmedi, diye düşünmekten kendimi alamıyorum.Bulutları dağıtmak, güneşi avuçlamak, çocuklarla tepelerde koşmak,ağaçları,rüzgarı,güneşi,yağmuru,insanları onlarla birlikte yaşamak istiyorum"

Belki de bu düşüncecik Tezer Özlü'nün yazdığı en siyasi şeydi ya da belki bir kaç küçük şey daha vardır böyle.Onun en büyük isyanı "öfkeyle büyümeye" karşı olandı.Her söylediği,her yazdığı "beni bu dünyayla başbaşa bırakın" diyordu.Bırakmadılar.İlaçlar,doktorlar en sonunda da o hiç hoşuna gitmeyen elektroşok.
Aslında tedaviye filan ihtiyacı yoktu,gerçeğiyle bağını koparmayan oydu,seven,en azından hep sevmeye çalışan oydu,aslında öylesine sevgi doluydu ki ona dayatılanlara çoğu zaman direnmedi bile,onun kendi dünyası vardı,tanıdıklarına ve tanımadıklarına o dünyayı anlatmaya çalıştı elinden geldiğince,hiçbir şeye inandırmaya zorlamadan,kendi naif diliyle.Ben Tezer Özlü okuduğumda hissettiğim büyülü bir kırılganlıktır önce.İlk sızan içime seçilmiş(belki de seçilmek zorunda bırakılmış) bir yalnızlığın yarasıdır.Sonra tamamen doğal davranan bir kadının müthiş gücü hissedilir.Onun yaptığı fısıltıyla çığlık atmak,atabilmektir.Acısı güzel bir şey olarak tecelli eden sarı bir çiçektir benim gözümde.Bir insanın olabileceği kadar özgürdür çünkü tıpkı Janis gibi onun da kaybedecek bir şeyi yoktur.
Sanırım 1-2 sene önceydi.Yan yatıyorum yatağımda.Tezer Özlü'nün kitap kapağını görüyorum göz ucuyla.Bir anda şaşırıyorum; "Janis Joplin'in ne işi var bu kitabın kapağında?" Kalkıyorum,kitaba yaklaşıyorum, Janis değilmiş, Tezer Özlü'nün ta kendisiymiş.O anda çizsen çizilmez bir bağ oluşuyor ikisi arasında.İki uzak dünyanın iki yakın insanı oluyorlar.Janis'i düşünüyorum,hayatı boyunca deli yaftasına umursamaz bir gülümsemeyle,o ciğerinden gelen kahkahasıyla cevap veren Janis.Belgeseli* aklıma geliyor,yıllar sonra çocukluğunun geçtiği Port Arthur kasabasına uğruyor,yıllarca ona deli diyip dışlayan arkadaşlarının şimdi ona sevgi gösterisinde bulunduğunu görünce şaşırıyor,bir gazeteci soruyor :"Buraya geri dönmeyi düşünür müsünüz?" "Hayır San Fransisco daha güzel"
Janis'in tıpkı Tezer gibi siyasetle ilgisi yoktu,o bir aşkla beslenip,aşkla besleyendi.Fakirliğiyle,terkedilişiyle,yalnızlığıyla bile eğlenebilirdi.Onun hüznü neşeli bir bulut olup geçer üstümüzden.Ve kim ne derse desin Janis anlaşılması keyifli bir şairdir.İnsan onu dinlerken işi gücü bırakıp gidebileceği en uzak yere gitmiş gibi hisseder kendini.Sesi,çirkin bir şeyin tüm güzel yanlarıdır..Boğuk ve benzersiz.
Şimdi bedenleri bizden uzakta olan bu iki insan,başucumuzdan insana,çiçeğe,özgürlüğe köprüler kurarken,insanı çiçekten,çiçeği özgürlükten ayırmıyorlar.Böylece benim bir adanın bir balkonunda unuttuğum Janis Joplin kasetim, Tezer Özlü'nün " öfkeyle büyümeye" beslediği masum isyandan ayrılmıyor.Birleşmiyor da.Gözümde keskin çizgilerle bezeli bir resim oluşmuyor, yalnızca renkler birbirlerine aşık oluyorlar.Tıpkı akasyalar ve begonviller gibi.Bildiğiniz akasyalar ve begonviller...



**Janis Joplin'in Bobby Mcgee şarkısında geçen bir söz.
*1974 tarihli Janis isimli belgesel

10 Haziran 2010 Perşembe

El Şiiri


Elim elim, güzel elim
Parmağında ince derim
Dilin yok ki konuşasın
Kulağın yok ki duyasın

Köpek başı okşadın mı?
Çiçek sapı kopardın mı?
Elma,erik topladın mı?
Kağıt, kalem tutan elim

Yumru olup savrulasın
Odun bulup sallayasın
Kurt adamdan koruyasın
Kuşlar gibi uçan elim

Sigaradan sararınca
Tırnakların kararınca
Sağın, solun kırışınca
Sesin çıkmaz ketum elim

Kaza olur kesilirsin
Yastıkaltı serilirsin
Alkışlarım dirilirsin
İçleri kzızılcık elim

Soğuk oldu üşüdün
Karda, kışta büzüldün
Ceplerime dizildin
Yün yumağı giyen elim

Yanaklara dokunmasan
Pamuk saça dolaşmasan
İnce belden kavramasan
Kim bilirdi aşkı elim

Ayıcık

8 Haziran 2010 Salı

Ayıcığın Dünya'ya bakışıdır.

Yazamadığım günleri boş geçmemek için,
Afşar Timuçin'in şiiri

SENİN BİLDİĞİN


Sen bilirsin
Ne denizler dağlardan bu kadar yüksek
Ne sevinçler acılardan bu kadar ayrı
Daha önce dökülmesi yaprakların
Doğrudur
Yoksa neye benzer gül dönemi kiraz zamanı

Umutsuzluk bile ne güzel bilir misin
İkide bir umudu getirir karşımıza
Ölüm büyük bir saçmalık olurdu
Işık yüzlü bebekler doğmasa

Sen bilirsin
Ne denizler dağlardan bu kadar yüksek
Ne sevinçler acılardan bu kadar ayrı
Sen bilirsin
Ne ben senden iyice başka biriyim
Ne bu kuşlar göklerden başka bir şey

7 Haziran 2010 Pazartesi

Şiddetli Günler Bizi Bekler


Kürt siyasetine ve gerilla direnişine yakınlığıyla bilinen Fırat haber ajansı önemli bir röportaj yapmış.KCK Yürütme Konseyi Başkanı daha anlaşılır bir tabirle gerilla komutanı Murat Karayılan son dönem gelişmelerini yorumlamış.Röportaj çok uzun, ben burada önemli gördüğüm kısımları aktaracağım,detaylı olarak okumak isteyenler için link de vereceğim yalnız sanırım dns ayarlarını değiştirmek lazım siteye girebilmek için.Bu röportajla bu kadar ilgilenmemin sebebi özellikle şu günlerde İsrail'e karşı esip gürleyen,tanımayanı dünyanın en savaş karşıtı adamı olduğuna inandırabilecek açıklamaları ile Ortadoğu'daki şöhretine şöhret katan,Türkiye'de de reklamın kralını yapan gurur kaynağımız,biricik başbakanımız Tayyip Erdoğan'ın Kürt meselesinde ne derece basiretsiz kaldığını,işleri nasıl yokuşa sürdüğünü,silahlara hareket alanı bıraktığını gözler önüne seriyor oluşudur.Aslında bir bakış açısıyla lafta bile kalsa "Kürt Açılımı" iyi bir şeydir.Devletin söylemini değiştirmek adına güzel bir hamledir.Devlet klasik söyleminden uzaklaşırsa vatandaş da düşüncelerini daha az korkararak dile getirebilir.Nitekim Taraf Gazetesi'nin Türkiye gündemine çok olumlu bir etkisi olduğu,önceden dile getirilmeyenleri söylediği yadsınamaz bir gerçek.Ancak hükümetimiz öyle bir hükümet ki açılımı laftan bir adım öteye taşıyamadı.Tek girişim oldu;34 kamp sakini Türkiye sınırlarından giriş yaptı.Türkiye'ye karşı suç işlememiş olanlardan özenle seçilmiş bir kitleydi ancak hükümet onların girişinin bile arkasında duramadı.Neymiş efendim,çok fazla kutlama yapmışlar,işi şova dökmüşler.Tabi ki kutlayacaklardı,oraya gidenler bir kaç adım daha atılır belki yeterince inanılırsa devamı da gelir,bir ateşkes,bir af ortamı sağlanır,barış gelir diye umuyorlardı.Hükümet önce o kutlamaları eleştirdi,ardından DTP'nin kapatılmasına sessiz kaldı,daha da sonra kelepçelenip götürülen belediye başkanları fotoğrafı kazındı aklımıza.Şimdi doğrudur tabi Akp'den ne bekliyorduk ki kısmı var,var da Akp şu meseleye kadar elini taşın altına soktuysa eğer sonuna kadar götüren bir hükümet biçimi sergiliyordu,O yüzden açıkçası ben Akp'nin bu şekilde sıçıp üstüne de "boktur" diye yazmasını beklemiyordum.Ha niye bu kadar kızdım,buyurun okuyun Karayılan'ın söylediklerini:

"Kısacası hareketimiz 2009 Nisanından itibaren Kürt sorununda barışçıl bir sürecin gelişmesi için üzerine düşen ve yapılması gereken neyse bunu büyük bir samimiyetle, öz veriyle yapmaya çalıştı. Devletten de Kürt sorununun çözümüne dönük adım atılmasını bekledi. Bunun için çok çeşitli çağrılar yaptı, çabalar gösterdi, görüşmeler yapıldı, diyaloglar geliştirildi. Ama ne yazık ki AKP hükümetinin ve devletin sorunun çözümüne dönük inandırıcı hiçbir adımı ortaya çıkmadı. Öncelikle bir gün sonra Kürt legal, yasal, siyasal alanına dönük bir siyasal soykırım operasyonu başlatıldı. Askeri operasyonlar durdurulmadı ve hükümet uluslar arası kamuoyu ile Türkiye kamuoyunda gelişen barışçıl havanın baskısı altında kaldı. Bu nedenle 25 Temmuz 2009’da AKP hükümeti, başta "Kürt açılımı” daha sonra pişman olup adını değiştirdiği bir açılım sürecini başlattı. Sonrasında ortaya çıktı ki aslında, bizim demokratik çözüm sürecini gündeme koymamızla birlikte zorlanan Türk devleti, bu süreci boşa çıkarmak için AKP’nin eliyle bir taktik değişiklik yaparak bu açılım dediği şey planlamıştır. Bu demokratik açılım denilen şey özünde Kürt sorununu çözme değil, savuşturma açılımıdır. Çerçevesini siyasal soykırımın başladığı tarih olan 14 Nisan’da Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un koyduğu Türkiye halkı formülü, ki bu Türkiye halkı formülü aslında Kürtleri de Türk milleti içinde sayan, sonuç olarak yine herkesi Türk olmaya zorlamak için ortaya atılmış yeni bir çerçevedir. Sadece kısmi bir söylem farkı var. Özü değişmeyen bir siyasi bakış açısıdır. AKP ‘de buna dayanarak Kürt olgusundan söz etmeye çalıştı. Bunun dışında hiçbir pratik adım atmadı."

"En son ortaya atılan anayasa değişikliği ile de anlaşıldı ki AKP’nin zihniyetinde Kürt sorununda zerre kadar çözüm yoktur. Anayasa değişikliğinde Kürt sorununda iyileştirmeyi yapacak tek bir kelimelik bir şey yoktur. Çözüm geliştirilmediği gibi baharla birlikte operasyonlar daha da hızlandırıldı. Botan, zagros alanlarına asker dolduruldu. Botan’dan Dersim’e kadar her tarafta askeri operasyonlar başlatıldı ve en son 20 mayıs’ta tekrardan kapsamlı bir biçimde medya savunma alanlarına hava saldırıları başlatıldı. Gelişen bu hava ve kara operasyonlarında kayıplarımız yaşandı. Şimdi tüm bunlar karşısında bizim kendimizi savunma hakkımız yok mu? Siyaset yapma hakkımız yok mu? Karşımızda uluslar arası, bölgesel ve ulusal düzeyde bir yok etme konsepti varken, biz elimizi-kolumuzu bağlayıp, bekleyecek miyiz? Elbette ki bekleyemezdik. Şunun altını çizerek belirtiyorum; biz barışçıl demokratik sürecin geliştirilmesinde sonuna kadar samimi davrandık. Ama AKP buna gelmedi, geliştirdiğimiz süreci bozdu, sabote etti. Ateşkes sürecini biz değil, AKP hükümetinin bu uygulamaları anlamsızlaştırdı. Güçlerimiz elbette ki kendilerini savunacaktır. Hiç kimse bize şimdi çatışmanın olmadığı yerlere çekilin ve ölüm sıranızı bekleyin diyemez. Biz meşru savunma hakkı çerçevesinde aktif bir pozisyon alarak ancak karşımızdaki planları boza bilir ve varlığımızı sürdürebiliri. Bu tasfiye konseptinin bozulması temelinde ancak özgürlük ve demokrasi hareketi yeni dönem görevlerine cevap olacak ve ilerlemeyi yaşayacaktır."


*PKK için yeni bir dönem mi başlıyor? Nasıl bir dönemden bahsediyorsunuz?

-Evet yeni bir dönem başlamış bulunuyor. Yeni dönem stratejik bir dönemdir. Biz dördüncü dönem diyoruz. Dördüncü dönem ne demektir? Bu konu da önemlidir. Biz 1993 yılından bu yana altı kez tek taraflı ateşkes ilan ettik ve sürekli barış çağrıları yaptık. Onlarca kez çözüm deklarasyonları yayınladık. Kürt sorununda adil, onurlu bir barış sürecinin gelişmesi için yapılabilecek ne varsa hepsini yaptık. Sorunun Türkiye sınırları içerisinde, Türkiye halkının hassasiyetlerini de dikkate alan bir çerçevede, en makul ölçülerle çözümü için çeşitli projeler sunduk. Ama bunlar ciddiye alınmadı. Ya görmezden gelindi ya da bu çağrılar bir zayıflık olarak değerlendirildi ve imha operasyonları, yok edilme operasyonları gündemleştirildi. Yaptığımız her barış ve ateşkes süreci bir tasfiye zeminine dönüştürülmek istendi. Bu Türk devletinin Kürtlerle barış yapmak istemediğini gösteriyor.

"Kürt özgürlük ve demokrasi hareketi olarak kendi çözümümüzü kendimizin geliştirmesi çerçevesinde ilk adım olarak demokratik özerkliği ilan etme görevimiz ve hedefimiz vardır. Demokratik özerklik aslında devleti demokratik çözüme zorlama adımıdır. Devlet çözüme gelmezse de özerkliğini kendisinin sürdürmesi tutumudur. Buna rağmen hiçbir surette çözüme gelinmez, ilan edilen demokratik özerklik hedeflenerek, yok edilmek istenirse o zaman devlet olmadan kendi çözümümüzü demokratik konfederal eksende geliştirme seçeneğine yönelmek durumunda kalacağız. Demokratik özerkliği hedefler ve buna gelinmezse geriye kendi başının çaresine bakma seçeneği kalıyor ve o zaman biz de buna yönelmek durumunda olacağız. Dördüncü dönemin temel çerçevesi budur."

"2 Haziranda Başbakan Tayip Erdoğan’ın başkanlığında gelişen güvenlik zirvesinin özgürlük hareketini bastırma çerçevesinde yeni bir takım kararlar aldığı açıktır. Bu kararların en önemli olanlarından birisi de Kürt halkının geliştirdiği meşru, demokratik toplumsal eylemlerin önüne geçilmesidir. Bunu birden bire yapamayacaklardır, fakat kademeli bir biçimde fırsat buldukça sert yöntemler kullanacaklardır. Silopi’de gerçekleşen sert yönelimle Kürt halkının yasal temsilcisi olan milletvekillerini hedeflemesi ve Sevahir Bayındır’ın ayağının kırılmasına yol açacak kadar vahşi bir yöntemin uygulanması, yine Şırnak’ta on dört yaşındaki Diren Basan adındaki Kürt çocuğunun öldürülmüş olması, aynı biçimde kadınların vahşi yöntemlerle hedeflenmesi aslında devletin böyle bir amacının olduğunu gösteriyor. Bunu hemen öyle geliştiremezler. Dalga halinde gelişecek kitlesel tepkiden korkmaktadırlar. Ondan ötürü Silopi’de sert yöneldi ama diğer yerlerde aynı politikayı sürdüremedi. Çünkü dengeli yaklaşıp adım adım geliştirmek istiyor."

"İskenderun eylemiyle verilmek istenen mesaj neydi?

-İskenderun eylemiyle yeni dönemin savunma süreci başlatılmıştır. Özellikle Xakurke alanında gelişen kapsamlı hava saldırısı ve yine Dersim-Bingöl hattında yoldaşlarımızın kayıp vermesiyle birlikte yeni sürecin başlatılmasını gündemleştirmiş, kesinleştirmiştir. Bu temelde İskenderun eylemi yeni sürecin bir başlangıcı, çıkışı olarak değerlendirilebilinir. Bir yerde yeni sürecin başlangıç mesajıdır. Başka özel bir mesaj içerme durumu yoktur. Bu eylemi geliştiren, uygulayan arkadaşların İsrail’in aynı gecede gemilere saldırı yapabileceğinden haberleri asla olmamıştır. Kaldı ki böyle nitelikli bir eylem tek bir günde hatta bir kaç günde karar verilip hazırlanamaz. Bu, keşfi, planlaması, hazırlığı on gün önceden başlatılan bir çalışma sonucu gerçekleşmiş bir eylemdir. Dolayısıyla kalkıp, başka bir yerlerle bağlantılandırmak gerçek dışı bir değerlendirme olur. Esas olarak yeni sürecin başlangıç işareti gibi görülebilinir. "

"Bu çerçevede elbette ki savunmayı sadece Kürdistan zemininde değil, yer yer metropol alanına da kaydıracaktır. Çünkü daha çok Bolu, Kayseri, İzmir ve daha değişik yerlerde hazırlanan güçler gelip Kürdistan’da savaşmakta ve katliam yapmaktadırlar. Dolayısıyla bizim de savunma amaçlı mücadeleyi Kürdistan sınırları dışına taşırma girişimimiz gayet doğaldır, meşru savunma stratejisi çerçevesine de uygundur. Devlet sisteminin yüklü bir ekonomik külfete dayanarak, bu savaşı yürüttüğü bilinmektedir. O zaman sistemi her açıdan zorlamak üzere savunma savaşını sadece bulunduğun mevzi çevresinde geliştirmek başarılı bir savunmayı sağlayamaz. Karşı tarafın hem ekonomik, hem de askeri açıdan yıpratılması için tabii ki savunma alanının da geniş tutulması gerekmektedir. Gerillanın yürüteceği mücadele çerçevesi aşağı yukarı bu kapsamda gelişecek olan bir mücadeledir."

"Askeri operasyonlar şimdi yoğun bir biçimde geliştiriliyor. Her tarafta savaş vardır. Bununla sonuç alamayacaklardır. Kayıpları daha fazla olacaktır. Belki biz de kayıp veririz ama kayıp veren sadece biz olmayacağız. Sonuçta olan halklara olmaktadır. Türkiye halkına, Kürt halkına olmaktadır. Ama bunun sorumlusu AKP zihniyetidir. Türk sömürgeciliği AKP şahsında yeni bir politika oluşturmaktadır. Geliştirdiğimiz demokratik çözüm süreci bu zihniyetle bizim imha ve tasfiye edilmemiz sürecine dönüştürülmek istenmiştir. Ya gelir teslim olursunuz, silah bırakırsınız ya da yok edilirsiniz, ikilemini dayatma durumu vardır. Bazı çevreler halen de, PKK çatışmanın olmayacağı uzak yere çekilsin, eylemsizliği uzatsın, gibi görüşler ileri sürmektedirler. Biz bu tür görüşleri hayretle karşılıyoruz. Ya gelişmelerden bihaberler ya da onlar da bizim bir biçimde tasfiye edilmemizi ön gören bu konsept çerçevesinde konuşmaktadırlar. Çatışmanın olmayacağı bir yere çekilin, demek, aslında bir tarafa çekilin, ölüm sıranızı bekleyin, demektir. Yani sizi hemen şimdi öldürmeyeceğiz, daha öldürmenin zeminini, hazırlıklarını yapacağız, sıranızı bekleyin, anlamına gelmektedir. Bu kadar diplomasi, bu kadar ittifak, bu kadar teknoloji ve bu kadar askeri güç bizim için mevzilendirilmiş ve bize bir kenara çekilip, bekleyin, deniliyor. Hiçbir güç, hiçbir canlı ölüm sırasını bekler mi? Karşı tarafın hazırlıklarını yapıp da kendisini öldüreceği zamanı bekler mi? Beklemez, beklemeyeceği gibi bizim de hiç bekleme niyetimiz de yok. Bizim güçlü bir savaş tecrübemiz var. bugün başarma koşullarımız daha da artmış bulunmaktadır. Kürdistan özgürlük mücadelesini artık tasfiye etmeleri mümkün değildir."


Okuyabildiğiniz üzere örgütün faal başı olan Karayılan yeni bir döneme geçtiklerini,metropoller de dahil olmak üzere saldırı alanlarını genişleteceklerini söylüyor.Şuna dikkat çekmek isterim ki Pkk uzun süredir sivil öldürmüyordu,hala da öldürmüş değil,umarız ki öldürmez.Ama olur da şehirlerde canlı bombalar patlarsa,karakol baskınları sürerse,her gün yeni şehit haberi gelmeye başlarsa bunun sebebi Pkk'nın başındakilerin aniden vahşileşmesi değil,açılım lafıyla oyalanan örgütün kandırılmış hissetmesi, apaçık aptal yerine konduğunu düşünmesindendir.Her silahlı oluşum gibi Pkk da savaşmaya muhtaç.Nasıl ki Tsk muhtaçsa aynen öyle muhtaç.Yani gerek Türk ordusu gerek Kürt ordusu savaşmak için can atar durumda zaten.Zaten iki tarafın da askeri kanadının savaştan caymaya niyeti yok.Bu durum zaten böyleyken Akp'nin bu derece eline yüzüne bulaştırması nasıl da işlerine geldi bir düşünün.Kürt kanadına baktığımızda yine biraz haklılar,size de deseler; "barış yapacağız,kimliğinizi tanıyacağız,anadilinizde okul,yer isimlerini de Kürtçe asıllarına geri çeviriyoruz,genel af da çıkaracağız" tüm bunları söyledikten sonra hiç bir şey yapmadan bundan prim sağlamaya çalışsalar,oyları düştükçe tırsıp tırsıp ırkçı söylemlerine sarılsalar,sizi aşağılamak için seçtiğiniz yöneticileri kelepçeleyip götürseler eminim siz de silaha sarılacak bahane bulursunuz.Türk ordusuna baktığımız zaman da hükümetin basiretsiz,eli kolu bağlı duruşu onlara "bakın silahsız çözüm olmuyormuş" gibi saçma sapan bir şeyin arkasına sığınma fırsatı verdi.Ordu zaten Ergenekon davasıyla güvenilirliğini büyük ölçüde kaybetmiş,toparlanıp güçlenecek yer arıyor,kısacası ordu için bu durum;" some big chances,some big posibilitiz,some big okazyon"
Ne diyelim Akp Hükümeti'ni tebrik ediyoruz,işler bu kadar berbat edilebilirdi herhalde,işleri onlar adına olabildiğince zorlaştıran Chp ve Mhp'yi de es geçmeyelim tabi ama onlar zaten umutsuz vakıa.Akp Hükümeti bir an önce durumu değiştirecek bir şeyler yapmalı yoksa ne o "kaybederiz" diye korktukları oylardan eser kalacak ne de barış ihtimalinden.


Röportajın Tümü için: http://www.firatnews.tv/index.php?rupel=nuce&nuceID=27621

4 Haziran 2010 Cuma

Hayali İntihar Mektubu


Şimdi ben gidiyorum ya şair; ne olur alay etme benimle,şimdi ben gidiyorum ya ressam,çalgıcı,yönetmen; sizler de alay etmeyin benimle.
Şimdi ben gidiyorum ya dostlarım; benim gidişim belalı bir müjdedir sizlere,hevesle dolduracaksınız boşluğumu,hem ne doldurmak!Yapamadığım her şeyi yapacaksınız,sevdiğim şarkıları dinleyeceksiniz,heves edip de yazamadıklarım yazılacak,küçük zararsız hikayeler çıkacak hayatımdan,benim gidişimle siz beş bilinmeyenli denklemler çözeceksiniz,ben gidince oturacak her şey yerine.Ama sakın ha aranızdan biriniz izlerimi sürmesin,Turgut'un Selim'i kovaladığı gibi,hayal kırıklığına uğrayacaktır.
Şimdi ben gidiyorum ya dostlarım,belki anlayamadınız hiç ölüme ne kadar yakın olduğumu,oysa belki de o yüzdendi silahlı adamlardan korkmayışım,sonu çamurlu aşklara gözüpek atlayışım ve çoğu zaman konuşabilecekken susuşum.Varoluşsa,sapına kadar varım.Anlam kazanmasına gerek yok varlığımın,bilirim,anlamsızlık alay konusu olur çoğu zaman ama siz alay etmeyin benimle.
Şimdi ben gidiyorum ya beni sevebilenler; ben de herkesin yanında yalnızdım herkes gibi,bir gün bir şarkı duydum,"Çocukluğumdan beri öğrendiğim tek bir şey varsa o da saklanmaktır" diyordu.Zaten hep şarkı sözlerinin belasına yandım,hepinizden çok ezberlediğim çeşit çeşit şarkı sözlerinin.Şimdi de farzedin saklanıyorum kendi içime,arkamda bıraktığım sizindir,hiçse hiç,yetinin,yetinin ve alay etmeyin benimle.
Şimdi ben gidiyorum ya üçüncü sayfa haberi; sen gidişimin nedenlerini yazmaya çalışma lütfen,ben kelimeye dökemezken bu tıkanıklığı sen cürret etme,anama sorma,arkadaşlarımla konuşma,illa bir şey yazacaksan "hiç sorunu yokmuş,refah içinde yüzen bir Norveçli gibi ölüverdi" yaz ve sakın ama sakın alay etme benimle.
Şimdi ben gidiyorum ya borçlu olduklarım; borcum borç ama nah alırsınız! Size borçlu kaldıysam eğer sizi hiç sevmemişim demektir,sizi bıraktım,siz dilediğinizce alay edebilirsiniz gidişimle.
Şimdi ben gidiyorum ya mahçup olduklarım,belki siz çok şey beklediniz benden belki de ben çok beceriksizdim,merak etmeyin bu sefer mahçup etmeyeceğim sizi,hem bulabildiğim her hapı yutacağım hem de bileklerimi diklemesine yaracağım,işimi şansa bırakmayacağım,düşünün ya ölmeyi bile beceremezsem nasıl bakarım sonra yüzünüze?Sizi düşününce diyorum ki yeterince acımışlardır basiretsizliğime,artık alay etmezler benimle ama içinizde taş kalpliler varsa onlara sesleniyorum,elinize,dilinize gem vurun da alay etmeyin benimle.
Şimdi ben gidiyorum ya terkettiğim kadınlar,işte kurtuluyorsunuz göğsünüzdeki bir lekeden,zaten anlayamamıştınız niye gelip niye gittiğimi,küçük bir bıçak kesiği bile olamamıştım üstünüzde,mümkün olduğunca zararsız,sıvışıvermiştim.Şimdi iyice yağlıyorum tabanları,yok oluyorum,aklınızın uzak bir ucunda bile yer almayacağım.Ama sizden bir isteğim var; ne olur alay etmeyin benimle.
Şimdi ben gidiyorum ya yasakçılarım;yasaklarınız büyük bir boşlukta gezinecek önce,sonra kırmızı bir buluta takılacak,sizin öfkenizin bulutu. Ve hışım olup yağacak yasaklarınız üstünüze,kendi yasaklarınızın asitli damlalarıyla eriyeceksiniz.Benim gidişimle soluyacaksınız yasaklarınızın kirli havasını,aklınızdaki sorularla başbaşa kalacaksınız,en çok da neden diye soracaksınız.Hemen cevap vereyim;yasaklarınızdan ve hiç bir şey demiyorum size,siz zaten alay edemezsiniz benimle.
Şimdi ben gidiyorum ya Catherine, senin gözlerin öldüresiye alaycı,o seni benzettikleri heykel bile senin kadar acımasızca gülemez,tırnaklarının ucundan riya sızıyor üstüme üstüme,ben hep sana hayran,hem umursamazlığına,hem şaşılası şefkatine,neşene yanmıştım ve kahkülünde gözlerinin hüznünü görmüştüm.
Şimdi ben gidiyorum ya Catherine,biliyorum,senin intiharın daha anlamlıydı,en azından aradığın vardı ve bulamadığın.Biliyorum ciğerlerinden üflediğin her nefes küçük düşürmek istiyor beni, ama ne olur sen de...sen de alay etme benimle...




Not:Catherine'i yarattığı için Truffaut'ya ve her daim hüzünlü gözleri için Jeanne Moreau'ya teşekkürler.(bkz Jules et Jim)

2 Haziran 2010 Çarşamba

Hayat'tan bir gece

Atacan'a(o akşamı unutmayalım diye)

Hava çok soğuktu,Hayat Büfe'nin önüne geldiğimde Atacan Mehmet Abi'yle muhabbete dalmıştı bile.Ben adını Mehmet diye hatırlıyorum,Atacan Ahmet diye hatırlıyor,belki ben Ahmet diye Atacan Mehmet diye.İsimlerin hem önemli hem önemsiz olduğu bir vakitteyiz.Önemli çünkü Atacan'ın adında ATA var,belki önyargılı olsa Mehmet Abi yaklaşmayacak bile ona.Ama Mehmet Abi'nin bunları aşmış durumda olduğunu cehaletten ırkçıya dönüşmüş Laz büfeciyle olan sıkı fıkı münasebetinden anlıyoruz.Bir Laz'ın Türk milliyetçisi oluşu irkiltmiyor bizi,biliyoruz ki Karadeniz'de ırkçılık belasıyla doğuyor çocuklar,en azından 80'den sonra.Aynı büfeci Sayat'a Ermeniler hakkında atıp tutuyor mesela.Sayat vakur bile olmayan bir gülümsemeyle karşılıyor,besbelli eğleniyor.Ama o akşam Sayat yoktu.(Keşke olsaydı).Ben,Atacan ve Mehmet Abi sokağın en karanlık yerinde bira yuvarlıyorduk.Mehmet Abi her sigara yakışında bize de ikram ediyordu.Mehmet Abi en aydınlık olanımızdı.Onun aklındaki bizimkinden farklıydı.Belki de o yüzden ilk onun gözlerini yaktı Tarlabaşı'ndan püskürtülen biber gazı.Sonra biz hissettik.Bunun üzerine hep beraber devleti lanetledik önce.Sonra Uğur Dündar'a çattık."Bizi düşman gibi gösteriyor" dedi Mehmet Abi.Biz küfür ettik.Sonra ailesiyle Diyarbakır'daki geçirdiği bir günü anlattı.34 plakayı görünce onu Türk sanmışlar,yine de çok iyi davranmışlar,evlerine almışlar ayranlar,katmerler ikram etmişler."Burada o yok" diyor; "kadının birini duyuyorum,Kürtler pis kokuyor diye söylenirken,sor bakalım neden kokuyor,şehrin en pis işlerini görüyor da ondan" diye dert yanıyor.Biz buraları onaylıyoruz,biraz daha küfür ediyoruz.Sonra bize geliyor sıra,biz kendimizi anlatıyoruz."Bizim anamız babamız Kemalist" diyoruz "ama biz başkayız" .(nah başkayız o akşamki tek derdimiz yeterince sarhoş olup eğlenmek,zaten oradan doğruca Asmalımescit'e gideceğiz,bir sürü umursamazın arasında umursamaz olacağız,ne farkın kalacak?Ne farkım var?)Vicdanı olan her Türk gibi bir Kürt'ün karşısına geçtiğimizde Türklüğümüzden utanıyoruz,ailemizin bize anlattıklarından,evet yine kendi yapmadıklarımızdan utanıyoruz.Her sözümüzde adeta af diliyoruz Mehmet Abi'den.O durumda olabileceğimiz tek şeyiz: Vicdanını rahatlatmaya çalışan zavallılar.Yine de sanırım seviyor bizi Mehmet Abi.En azından ilgiyle dinliyoruz onu.Tek çift eldiveni paylaşıyor oluşumuz da hoşuna gitmiş olmalı.Öyle ki kızından dert yanmaya başlıyor.Ülkücünün biriyle çıkıyormuş,"ben bu çocukla evleneceğim" diyormuş.Tabi Mehmet Abi duruma kahroluyor ama kızına karışmıyor da,dedik ya; hepimizden aydın aslında.Sonra ciğerlerini anlatıyor.Hastaymış bir aralar.Her öksürdüğünde kan kusuyormuş.Bir akşam o kadar çok kanamış ki ciğerleri,bayılmış.Hastaneye gitmiş ama tedaviye ayıracak parası olmamış hiç.Yeşil kart almaya çalışmış,4-5 kere başvurmuş valiliğe,son başvurusunda bir görevli kenara çekmiş ve şöyle demiş:"Bak,bu aralar terör olayları var,sen şimdi boşuna başvurma hiç,sana yeşil kart çıkmaz" Mehmet Abi de vazgeçmiş."Ciğerlerin ne oldu abi?" diyoruz."Valla şimdilik geçti,en son iki sene önce kan kustum,daha da olmadı" diyor.Ya olursa?Bu soru takılıyor aklımıza da soramıyoruz.Cevabı yok çünkü.Sonra Atacan'ın aklına Mehmet Abi'ye yardım edebileceği geliyor."Belki,babamın tanıdıkları duruyorsa valilikte,sen başvurursun,biz de yukarıdan bastırırız,yeşil kart alırsın" diyor.Mehmet Abi çok da umursar ya da inanmış gözükmüyor.Atacan Mehmet Abi'nin numarasını alıyor.Sonra birileri bizi arıyor.Yavaştan gitme vaktimiz geliyor.Mehmet Abi'yi bırakacağız orada.Zaten kuvvetle muhtemel o da bizimle gelmek istemez.Öpüşüp ayrılıyoruz.Muhabbet sarhoş etmiş bizi.Ve hava çok soğuk.Bilmiyorum aklına gelmiş miyizdir bir daha.O ne kadar dışındaysa hayatımızın rutininin biz de o kadar dışındayız onunkinin.Arkamızdan ne düşünmüştür?Ya da bir arkadaşına anlatmış mıdır bizi acaba?Bir şey olduğu yok.Aklımızdaki sorulara yenileri ekleniyor ve biraz daha kızıyoruz.Bu kadar güzel insanlara nasıl bu kadar kötü davranılabilir?Öfkemiz biz büyüdükçe körelir sanıyoruz,Mehmet Abi'leri tanıdıkça bıçak gibi bileniyor.Aradık mı Mehmet Abi'yi?Aramadık.Neden?Çünkü kendimizi çaresiz hissetirdi bize.Yardım edebilir miydik ona? Muhtemelen edemezdik.Şimdi düşünüyorum da o akşamki o karşılaşma hem aldı yalnızlığımızı hem de yalnız bıraktı bizi.Hem dinledik birbirimizi, hem de duyamadık...

Kurbağa


Bugün işim çok sanırım yazamayacağım.Onun yerine benden size iki tane kurbağalı şiir ikisi de Sabahattin Ali'den.

Kurbağaya Mersiye

Sevgilim! Bak bu gece
Kırık kalbine, ince
Bir ok saplı kurbağa
Ölüvermiş gizlice...

Benzi aydan da sarı
Görmeden bak, ilk karı
Dudakları kitlendi
Suya düştü kitarı

Yıllarca vaklamıştı
Neler araklamıştı
Öteki şairlerden,
Aşkını saklamıştı

Boyundan büyük sazı
Mest etmişti bin kazı
Dayandı her kahra da
Çekemedi son nazı

Daha pek genç yaşında
Bin dert vardı başında
Kitarası kırıldı
Kendi mezar taşında

Çık onu ez sevgilim!
Üstünde gez sevgilim!
Ayağın kirlenirse
İşte bir bez sevgilim!


Kurbağa

Meleksin abla; şaka ile kim sana derse: adamsın
Benim gönlümde bil ki sen sada deminde kurbağasın

1 Haziran 2010 Salı

Çalmak


Ne bir dinde ne de herhangi bir oturmuş ahlak anlayışında yer bulabilmiştir kendine hırsızlık.Mesleği bu olanlar dışında herkes ayıplar.Anarşik ideolijilerde bile çalmayı meşru kılmak geri plana atılmış bir olgudur.Kolayı vardır:"Ben çalıştım kazandım.Sen de çalış sen de kazan".Herkes çalanın ihtiyaçtan çaldığını düşünür.Çoğu durumda doğrudur da.Ancak hırsızlığın ilk bakışta görünmeyen bir yanı vardır.Hırsızlık bir tepkidir,hırsızlık süregelene itirazdır,hırsızlık kısık sesli bir feryattır.
Yaşadığımız toprakların insanlarını ele alalım.Onca darbe görmüşler,ceza evlerinde bok yedirilmişler,kimisinin dedesi soykırım girişiminden zor kurtulmuş,kimisinin dedesi,uçaklardan düşen bombalardan,zehirli gazlardan kaçabildiyse eğer, toprağından sürülmüş.Seçtikleri adamlar önce adalara hapsedilmiş,sonra asılmış.Bu toprakların çocukları hiç ilgileri olmayan savaşlarda telef olmuş.Her şey hep devlet için olmuş.Devlet kimse için bir şey yapmamış.Polis dövmüş,asker köy yakmış.Ordu sırf güçlü kalsın,sözü geçsin diye bir savaşı otuz yıldır sürdürmüş,hala sürdürüyor.Kürt ölmüş,Türk ölmüş.Ölenlere kuru bir geçmiş olsun demiş devlet,ölmeyenleri de neden ölmediniz diye yargılamış mahkemelerde.Fikrini söyleyen hapse tıkılmış,yasaklı kitap okudu diye işkence gören var.Mehmet Ağar hala dışarıda.Haluk Kırcı'yı saldılar bir kez daha.Dolayısıyla kural yok.Oyunu bozan devlettir vatandaş değil.Bundan sonrası serbesttir.Elbette ki fakir zenginden çalacak,elbetteki dolandırıcı kaynayacak piyasa.Takdirle karşılıyorum,beni de bulsunlar,benim evimi de soysunlar.
Fakat bundan da çok devleti soyanları takdir ediyorum.Soyup soğana çevirin aslanım devleti,devlet ufalsın,devletin hiç bir şeyi kalmasın,devlet ne kadar güçsüzse insan o kadar güçlü.Bizim insanımızın tepkisi de böyle.Belki "Çok Yaşa Kenan Paşa" şeklinde karşılamıştır darbeyi,doğrudur,belki yüreksiz dersek insanımız için yalan söylemiş olmayız amenna ama insanımız aptal değil.Türkiyeliler de elbette bulacak yolunu,kendi biçiminde kesecek cezasını.Hangi yüzle vergi istiyor bu devlet.Devletin gelirlerinin büyük bölümü silah satın almakta kullanılıyor.Hizmete ayrılanı,ayrılması gerekenin çok altında,bu devlet işsizlik maaşı verebilmek yerine ,orduya adam alarak işsizliği alt seviyede göstermeye çalışıyor.Bunun hükümetle de ilgisi yok.Her gelenin hoşuna gidiyor.Ecevit de dahil.Hal böyleyken,eşitlik filan söz konusu değilken,hakkaniyetmiş,insan hayatıymış,azınlık hakkıymış,fikir özgürlüğüymüş, bunlar hayatımıza uğramıyorken bu devleti soymayalım da ne yapalım.Vergi de kaçıracağız elbet,ihaleye fesat da karıştıracağız.Dindarlar ve belki ortalama ahlak düşkünleri kızabilirler bana günahı övdüğüm için.Ama unutmamalıdırlar ki mülkiyet başlı başına bir günahtır ve devlet de en büyük mülkiyettir.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

HAYIR !


Bugün kötü bir gün.Dünyanın durduğu,çocukların oynamayı bıraktığı,şarkıların fısıltıya geçtiği,aşıkların sevişemediği,işlerin boşluğa salındığı,akılların dehşetle irkildiği,duyanın duymayana esefle anlattığı,herkesin iç çektiği,çaresizliğin somut bir nesne gibi başucumuza kurulduğu bir gün.Bugün, barışı silahtan korkmayacak kadar çok sevenleri vurdular.Daha kalleşçesi olabilir mi?Oysa o gemi, sonunu göze almış hayali bir yelkenle mağdura uçuyordu.O geminin götürdüğü giyecek, yiyecek yardımı değildi sadece,o gemi Gazze'ye yalnız olmamayı götürüyordu.O gemi uyanışı,değişimi,"Hayır demenin hayrını" taşıyordu."Barış" Akdeniz'in ortasında, çorak bir ada oldu,kaldı şimdi.Gemidekilere üzülmüyorum.Onlar, vicdanlarının güzel yanıyla oradaydılar,ellerinden geleni yaptılar, hepimizin olması gerektiği kadar cesurdular,onlar savaşmamak için savaşa gidenlerdi.Ben İsrailli sivillere üzülüyorum.Savaş karşıtlarına,devletinin vahşi politikasına sessiz kalamayanlara,ölen her Filistinli için en az ölen her İsrailli'ye döktüğü kadar göz yaşı dökenlere,onların utançla sıvanan yüzlerinde bugün eksik kalacak olan gülümsemeye,kırılan umutlarına ve seslerini duyuramayışlarına üzülüyorum.Fahima Tali'ye üzülüyorum mesela.İsrail'de bir çeşit Pınar Selek o.Medar-ı iftihar olması gerekirken vatan haini ilan edilen.İsrail gizli servisi için çalışmayı reddettiği için 30 ay hapis yatmış.Esas suçu savaş karşıtı olması,esas suçu vahşeti eleştirmesi.Diyor ki ona "iyi bir Yahudi" olmayı öğretmeye çalışmışlar hapiste.Oysa katil zihniyetine sonuna kadar direnmiş.Bugün onun sağ yanı utanç,sol yanı öfke içinde.Bugün Chomsky anlattıkları işe yaramadığı için kaygılı.Bugün bizler çaresizce olan biteni izliyoruz.Barışa sıkılan her kurşun gibi o gemide sıkılanlar da saplanıyor ciğerimize.
Oysa utanması gereken Tali Fahima değil,Chomsky değil,bizler değiliz.İsraillileri asker yapanlar utanmalı ve asker olmaya direnmeyen İsrailliler.Siyonizm kabusunda korkunç bir yaratık rolünü oynayanlar,sesi hiç çıkmayan dünyalılar utanmalı.Savaştan para kazananlar,dedelerinin uğradığı o en meşhur haksızlığı unutup bugün hala savaşı destekleyebilenler,vicdanları kör edenler ve vicdanlarının kör edilişine seyirci kalanlar utanmalı.
Ve andım olsun,barışa sıkılan her kurşuna inat,sözümle,sevgimle o da yetmezse bedenimle isyan edeceğim,reddedeceğim,direneceğim,Hayır diyeceğim.

28 Mayıs 2010 Cuma

Sosyal hipokrit CHP


Bir kere meseleye en başından bakalım.En başından kastım Baykal'ın çıplak milletvekiliyle aynı odada gözüktüğü görüntüler değil.Kılıçdaroğlu'nun piyasaya çıkışını hatırlayalım.Başlangıçta yolsuzlukları ortaya çıkarmaya çalışan kendi halinde, zararsız bir adamdı.Melih Gökçek gibi her tarafı kirli bir adamla uğraşması da takdire şayandı.Hangi partiye mensup olursa olsun yolsuzlukların üstüne gitmesi şüphesiz her kesimden destek alacak bir girişimdi,nitekim öyle de oldu.Büyükşehir Belediye başkanlığı yarışında aldığı oy bir CHP adayı olduğu düşünüldüğünde hiç de azımsanacak bir oy değil.Hatta seçimin hemen öncesinde bir meyhanede Kılıçdaroğlu'nun yeğeniyle karşılaşıp, onun "kesin kazanıcaz" yorumlarıyla dalga geçtiğimizi hatırlıyorum da az kalsın utandırıyordu bizi.Velhasıl kelam daha o zamanlar Kılıçdaroğlu'nun partinin başına geçmesi gerektiği fısır fısır konuşulur olmuştu.Lider vasfı yok,karizması yok gibi bahanelerle sindi gitti.Ama anladık ki biz öyle sanmışız, meğerse CHP'nin CİA tipinde çalışan bir mekanizması varmış,Baykal'ın hazin sonunu hazırlıyorlarmış.Şimdi kimse kusura bakmasın, ne kadar büyük bir haksızlığa uğramış olursa olsun oturup Baykal'ı savunacak değilim.Onun gibi bir adamın bu ülkenin siyaset tarihinden silinmesi herkes için hayırlı olacaktır.Bana öyle geliyor ki henüz Baykal'la işimiz bitmedi.CHP bu seçimden güzel bir oy alır daha sonra Kılıçdaroğlu istifa eder ve Baykal geri dönerse hiç şaşırmayın.Zira halk fırkasından kasıt halkın kandırılıp komik duruma düşürüldüğü bir fıkranın "ulu önder" 'in ağzından defalarca anlatılması dışında bir şey değildir.Yani bu parti insanları ilk kez kandırmış olmaz.Ama bundan önce şuna takılıyorum ben:"CHP değişti,sosyal demokrat oldu" Yok artık löbıravn jeyms.Tamam Kılıçdaroğlu belki dürüst bir adamdır ve bu sayede yolsuzlukların üstüne gidecek yüzü buluyordur kendinde ama yetiyor mu yani koskoca bir partinin bunca yıllık geleneklerini yok etmeye.Bir kere parti kadrosunda en ufak bir olumlu değişim olmuş değil.Partinin Mahmut Esat Bozkurt'tan sonra gördüğü en büyük ırkçılardan biri olan Canan Arıtman orada öylece duruyor.Ne yani onun değişeceğine mi inanacak insanlar? Hadi kadro mühim değil, lider değişirse partinin havası da değişir diyelim.İşte bu noktada kilitleniyorum.Kemal Kılıçdaroğlu öyle yürekli bir adam olmalı ki gerçekten halka yönelip CHP'nin tek bilinen tabanını oluşturan seçkin,kodaman kitlesini hiçe sayabilsin.Siz Kılıçdaroğlu'nda böyle bir yürek görüyor musunuz? Ben görmüyorum. Kaldı ki beyefendinin cesaretini test etme olanağı geçti elimize; Onur Öymen "Atatürk ne güzel bombaladıydı Dersim'i, bizde yapalım ne olur ki?" minvalinde sözler sarfettiğinde kendisi de Dersim doğumlu olan Kılıçdaroğlu bir kaç mırın kırın ettiyse de partiden istifa edecek cesareti göremedik kendisinde.Tıpış tıpış dönüverdi Baykal babasının kollarına.Rivayet odur ki Kılıçdaroğlu hem Kürt hem Alevi'ymiş.Bunun bir rivayetten ibaret oluşu kendisinin ağzından bunu hiç duyamamış olmamızdandır.Kürt demeye korkan bir Kürt.Bu adam mı meydan okuyacak CHP'nin bol işadamlı tabanına.Bir adam Dersim'de doğmuşsa eğer en azından Dersim diyebilmeli.Oraya Tunceli demek vicdanına sığmamalı.
Diyorlar ki ikinci Ecevit'miş bu adam.Bir kere ben bu halkın Ecevit'i bu kadar sevdiğini bilmiyordum.Ecevit'le ilgili hatırladığım en son şey beceriksiz yöneticiliğiyle dalga geçen köşe yazarları ve kendilerini büyük bir ekonomik felakete sürüklediğini iddia ederek ona küfreden esnaflar.Meğerse ne kadar aşıkmışız biz bu Ecevit'e.Hadi diyelim Ecevit olmak matah bir şey.Torbadan çıkarılan şapkayı kafaya takmakla Ecevit olunur mu?(aşağıdaki videoda izleyebilirsiniz) Kaldı ki Ecevit de CHP'yi değiştiremeyeceğini anlayıp kendi partisini kurmamış mıydı?Yani diyorum ki bu adam hakikaten çok iyi niyetli bir sosyal demokrat, tam manasıyla bir halk adamı filan olsa dahi Önder Sav'ın gölgesinde nereye kadar?Hem Kılıçdaroğlu'nun söylemine baktığımızda da içimiz açılmıyor doğrusu.Sizi bilmem ama ben bizi 1970 Türkiye'sine döndürmeye çalışan bir zihniyet görüyorum.Ne barış getireceğim diyebiliyor ne de küresel ekonomiyle ilgili konuşabiliyor.Bu çağda hala "milli ekonomi" ayaklarına yatmak hangi ekonomik gerçekliğe sığar sorarım size.Kürtler'e iş bulacakmış da Kürtler dağa çıkmaktan vazgeçecekmiş.Bu CHP bürokratlarında böyle bir kafa var nedense, zannediyorlar ki dağa çıkan sadece iş bulamadığı için çıkıyor.Bilemiyorum,kültürel kimlik desek,faili meçhul cinayet desek,anadilinde eğitim talebi desek,"ulan sen de Kürt'sün nasıl anlamıyorsun?" desek bir şey ifade eder mi?
Neyse bu kadar yazdığım beyhude aslında, kendimi neden yordum bilmiyorum çünkü Uğur Dündar kıçını da yırtsa, Ali Kırca her akşam konuk olarak da alsa,Taraf hariç bütün gazeteler umut kaynağı olarak da gösterse CHP iktidar filan olamaz.Çünkü seçkin budalaların zannetiğinin aksine bu halk aptal değildir, bu halk gerçeği yalandan ayırır, iki yüzlülüğü çakar.Babannemin de içinde bulunduğu İnönücü kökten CHP'liler, özellikle size sesleniyorum, boşuna ümitlenmeyiniz CHP'den cacık olmaz,tuzlasan yenmez.