30 Kasım 2013 Cumartesi

PENGUEN


Penguen
bana sırtını dönme
biliyorum, sana benziyorum
ve içinde saklı tuttuğun yele.
Penguen
benim de içimde saklı tuttuğum
buzlu kıyılar, çığlık hatıraları
ben de senin kadar kaçkınım ve yaralı.
Kim bağışlayacak beni, penguen
çizdim senin beyaz ve narin yerini.
Bir yanım bembeyaz ışık
kör ediyor, bir yanım zehir gece
parktaki salıncağa binmeyi
beceremedim bugün ben de.
Penguen bana sırtını dönme.
Unutmadım aramızdaki beceriksiz dili.
Dünya yordu bizi. Benim de söyleyemediklerim
var. Hiç söyleyemeyeceğim onları belki de.
Uzun bir yolu geliyoruz seninle, yolu,
geldikçe anlıyorum ki, biz,
bu dünya üzerinde yürüyemiyoruz bile.
Penguen,
kim bağışlayacak beni?
çizdim senin beyaz ve narin yerini
elimde unuttuğun ince metalle.

Birhan Keskin

13 Eylül 2013 Cuma

Tu fais ceci
Je fais celà
On imagine
Qu'on perdera

5 Temmuz 2013 Cuma

Babasızlar

31 Mayıs akşamından beri "direniş" kelimesi hayatımızda başka bir anlam taşıyor. Kelimeyi kullanırken trafikten ya da işlerimizden bahsediyormuşçasına rahatız."Direniş" bizim için artık hem somut  hem de gündelik. Üstelik de direniş öyle güzel bir kavram ki altına sokulabilecek ideolojilerin hepsinden muhakkak daha anlamlı kalıyor, yaşanışı esnasında beslenmeye ihtiyaç duymuyor, adeta kendi ruhunu kendisi besliyor. İkinci Dünya Savaşı esnasında Fransız direnişinin sembollerinden olan sosyalist Lucie Aubrac "Direnmek fiili mutlaka şimdiki zamanda çekilmelidir" diyor. Direnmek bir ruh halidir. Direnmeye başlamak da neresinden bakarsanız bakın umut yüklüdür. Bir ayı aşkın süredir olup bitenler direnmeye başladığımızı kanıtlamaya yeter de artar nitelikte, üstelik yalnızca direnenleri değil tam karşısında duranları da direnişin varlığına  inandırdık. Direniş inkar edilemez konumda ve adeta " şimdi onlar düşünsün" dedik. Düşünüyorlar.

Harala gürelenin içerisinde kafa patlatmaya fırsat bulamadık, tek düşündüğümüz direnmekti, ne pahasına olursa olsun direnmek. Sonra Gezi'yi işgal ettiler. Bu, muktedirlere hamle yapmak, bizlereyse yaşadıklarımızı değerlendirmek ve direnişin geleceğini düşünmek adına vakit kazandırdı. Devletlilerin, Gezi'ye abuk subuk belediye peyzajları uygulamak, dünya piyasalarının Türkiye ekonomisi üzerindeki kaygılarını azaltmak, direnişi unutturmaya çalışmak gibi uğraşlarına şahit olduk, ulusalcıları direnişten kopartmak adına yaşatılan Kürdistan gerginlikleri de gözlerimizden kaçmadı, her zamanki gibi can harcamayı da ihmal etmediler, ayıptır, günahtır, cinayettir. Bizlerse parklarımıza çekildik, önce hislerimizi konuştuk, sonra fikirlerimizi, sonra da hamlelerimizi. Bir çeşit doğrudan demokrasi modeli oluştu. Hareket kabiliyeti anlamında yavaşladık belki ama direniş duygumuzu da muhafaza etmiş olduk. Elbette ki neye karşı direndiğimize de geldi konu. Çünkü genel kanı; ne istediğimizi tam olarak bilmediğimiz ancak ne istemediğimize daha hakim olduğumuz yönündeydi. Benim forumlarda, tweetlerde, köşe yazılarında gözlemlediğim kadarıyla, biz çok büyük, sandığımızdan da köklü bir şeyi istemiyormuşuz: "Devlet"

Bana göre atılan en anlamlı slogan; " Bu daha başlangıç, mücadeleye devam". Çünkü binlerce yıllık bir gelenekle boğuşuyoruz, binlerce yıldır değişmemiş bir dille ağız dalaşı yapıyoruz, binlerce yıldır isyan ve direnişe hep aynı cevabı vermiş ve çürümesini bu hunhar cevapla gerçekleştirmiş bir devlet fıtratıyla savaşıyoruz. Bu yüzdendir ki  "Tayyip istifa" taleplerimize kafi gelmiyor, biz Tayyip'e karşı değiliz, biz işine yaradığı zaman "tepeden buyrukçu" politikaları kullanan devlet geleneğine karşıyız. Dünyanın bütün devletlerinin hamurlarında bu maya vardır. Dolayısıyla hareketimiz  büyük ve evrenseldir. Hal böyleyken bir ay gibi kısa bir sürede ve kararlılığımızı tam da ispat etmeden bu geleneği kırmak, hafifletmek, geri adım attırmak imkansızdır. Devleti rahatsız etmezsek, devlet dilini yeniden öğretmeye başlar, büyük bir organizma olarak yıkılanı çabuk tamir eder, ortada kalan bizleri de bir virüs gibi atar bünyesinden. O yüzden sürekli direnmek zorundayız. Gerçekten de bu daha başlangıç.

Savaştığımız şeyin bir "tek adam" değil de "tek adam"ı yaratan bir sistem olduğunu kavramak zorundayız, bizler mevcut sosyo ekonomik sistemi muhafaza etmeye devam ettiğimiz sürece sistem tek adamlar yaratır. Parti isimlerinden çok liderlerlerinin isimlerini bilişimiz bu yüzdendir. Sınıfsal dengesizlik, istikrarı yakalamak adına "tek adam" otoritesine ihtiyaç duyuyor, toplum "tek adamı" çağırıyor, "Devlet" mekanizması sorunlarıyla başka türlü başa çıkamıyor, "tek adam" geliyor, bastırıyor ve gidiyor, eğer "tek adam"lıkta bir boşluk doğarsa, sabit "tek adam" var ; sistem, eli mahkum Mustafa Kemal'e yöneliyor. Burada "tek adam"ın hem "tek"i hem de "adam"ı sorunlu. Bu toplum babasız kaldığı kadar anasız kalmamış demek ki, yoksa muhakkak ki en azından bir tane "tek kadın" olurdu, buna en yakın isim herhalde "Rahşan Ecevit".  O da anne figüründen o kadar uzak ki gerçekten de çocuğu yok.

Bu toplumu babasız ve "tek adam" lara gebe bırakan ne? Tam olarak bunu düşünmeli ve direnişimizi buradan evirmeliyiz bence. Elbette ki korku ve endişedir cevap. Adaletsizliğin normal sayıldığı bir devlet anlayışında çok uzun zamanlardır sallanıyoruz, babalar kimliklerini koruyamıyorlar, evlatlarını haksızlıktan kaçıramıyorlar, kirleniyorlar, yitiyorlar, ne yaparlarsa yapsınlar, bir güven ortamı tesis edemiyorlar, belirsizlikte kayboluyorlar ve belirsizlikte kaybolmaya meyilli yeni baba adayları yetiştiriyorlar. Toplum babasız kalıyor ve babalar ölürken "Devlet Baba" doğuyor. Tıpkı harçlık verir gibi, paraları kendisi için tehlikeli olmayanlara dağıtıyor, kendisi için tehlikeli olmayanları bir araya topluyor.Babasız kalmış diğer çocuklar kıskanıyor, "Devlet Baba" nın gözüne girebilmek için tehlikesiz taklidi yapmaya başlıyorlar. Babanın babalığı büyüyor, "yaşasın artık babam var" diyenler diğerlerini kendi yanlarına çekiyorlar. Bir de babasız hissetmeyenler ve babasız hissetse de böyle bir baba modelini kabul etmeyenler var elbette. Ses çıkardıkça dayak yiyorlar, dayak yedikçe aralarında dayaktan korkup kaçanlar, dayak yememek için "Devlet Baba" ve ailesine yaklaşanlar, yaklaşmasa da susanlar, susmasa da sesini kısanlar türüyor. Onlar da harçlık istiyor. "Devlet Baba" değilse de "Devlet Amca" oluyor onlar için. Aile büyüyor, annesizce büyüyor. Bu çılgınlığın farkına varanlar dayak yemeye devam ediyorlar, küçük görülüyorlar, giderek yalnızlaşıyorlar, teslim olmamak için köşelerine çekiliyorlar, bekliyorlar. "Devlet Baba" nın huyu suyu birbirini tutmaz çocuklarının anlaşmazlığa düşmesini, "Devlet Baba" nın paralarının suyunu çekip, harçlıkların adaletsizce dağıtılmasını, "Devlet Baba"nın diğer "Devlet Baba"lar karşısında ne denli özgüvensiz olduğunun anlaşılmasını bekliyorlar. Nitekim o gün geliyor, çatıyor. "Devlet Baba" yalnızca en sevdiği çocuklarını dinlemeye başlıyor, yalnızca onlara harçlık veriyor, kalan çocuklarını dövüyor ve onları da en sevdiği çocuklarına benzetmeye çalışıyor. Böylece onu baba olarak görenle, görmeyene aynı biçimde muamele etmiş oluyor, "babasızlar" bıkıyorlar ve başka bir baba arıyorlar. Atatürk'e başvuruluyor,  onun sadık çocukları olan ordu koşuyor, yeni bir "Devlet Baba" ya kadar babasızlığa,  belirsizliğe,  güvensizliğe,  korkuya ve zaman zaman paniğe devam ediliyor.


 İşte Gezi direnişinin bir farklılığı olduğuna tam da bu noktada inanıyorum; biz artık geçici "Devlet Baba"ları ya da sabit "Devlet Baba"yı istemiyoruz. Biz artık öz babalarımızı yahut babasız yaşam formunu istiyoruz. Kadınlarımız da direniyor, çünkü evlatlar ne kadar babasız kalıyorsa, kadınlar da o kadar adamsız kalıyor bu endişe-korku devletinde. İçinde bulunduğumuzun evrensel ve zorlu bir mücadele oluşu bu yüzden, biz yalnızca kendi "Devlet Baba"mıza değil bütün "Devlet Baba"lara karşı ayaklandık ve kararlı olmazsak babasız kalmaya ve yeni sahte babaların yeni sahte tokatlarıyla "ehlileşmeye" mahkum oluruz. Bizler sonuna kadar kendi bedenlerimizle direneceğiz, bu binlerce yıllık otoriteyi kırmak için ukala ve küstah bir tavır takınacağız, asla orduyu bu işe karıştırmayacağız, Kürtlerin uğradığı haksızlıkları da içimizin acısına katacağız, gerekirse Kürtler'in de kendi sahte babalarından kurtulmalarına vargücümüzle yardım edeceğiz, herkesin aynı babasızlığın çocuğu olduğunu unutmayacağız, Gezi'de yaşamaktan vazgeçmeyeceğiz (6 Temmuz cumartesi geziye tekrar girmeyi deneyeceğiz, "sen bize izin veremezsin, orası zaten bizim hakkımız" diyeceğiz, bu kesinlikle iki haftadır yapmamız gereken bir hamleydi), babamız gibi davranılmasına izin vermeyeceğiz, bize gösterilen yerde durmayacağız (açıkçası taksim büfeler önünde durup ierlememekle , gidip devletten izin alıp Kazlıçeşme'de gösteri yapmak arasında çok büyük bir fark görmüyorum), gerekirse elimize taş da alacağız, araba da yakacağız (2006 'da başlayan ve uzun süre devam eden  Fransa gettolarının eylemi oldukça işlevseldi, can yakmadan zarar vermesi açısından da kalbimi kazanmıştı), marjinal gruplar ya da teröristler adı altında yaramaz çocuk muamelesi edilmesine izin vermeyeceğiz, bütün stratejimizi  devletin çocuğu olmamak üzerine kuracağız, genel grev diyorsak yalnızca sendikaların anayasal haklarını düşünmeyeceğiz, gerekirse haftalar boyunca hiç birimiz çalışmayacağız, kaybedilen direnişçilerin katillerini isteyeceğiz, devletin katilliğini ortaya koyacağız, onu baba olmaktan uzaklaştıracağız, devlete kendi dilini konuşturmayacağız, bütün üstten bakan söylemi ağızlarına tıkacağız, sokakları boyayacağız, otoriteye karşı eğleneceğiz, muhafaza edileni sarsmak için alışıldık bilinç düzlemini kıracağız, gerekirse biraz sarhoş dolaşacağız. Bu türde bir kararlılık çok önemli, kararlı olamazsak Atatürk, İsmet, Menderes, Demirel, Ecevit, Özal, Tayyip listesi noktayla değil üç noktayla biter, devlet kendi dilini konuşur, korkarız, babasız kalırız, baba ararız.İnanın bana, bulduğumuz öz babamız olmaz, olamaz.



     


Meşgale

En son ne ile mi meşguldüm?
Ölmemek üzerine destan yazıyordum,
sevilmemek akademisinde.
"Destan olmaz tez yaz" dediler,
tez zamanda ayrıldım.
Kimse bilmez;
annem doğduğunda,
ağlamaya başladım.

28 Haziran 2013 Cuma

HATIRLAT DA HAZIRAN SONLARINDA ÇOCUKLUĞUMU YAKALIM



Sen beni öpersen belki de ben Fransız olurum
Şehre inerim bir sinema yağmura çalar
Otomobil icad olunur, Zarifoğlu ölür 
Dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür.

-Senegalliler dahil değil
 
Sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihablanır
Çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi
O vakit bir sufiyi darplarla gebertebilirsin 
Hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin

-Yoksa seni rahatsız mı ettim?
 
Sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur
Ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek
Elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim 
Elbette gayet rasyoneldir attan atlamak

-Freud diye bir şey yoktur.



Sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim 
Belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma
Bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün
Yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.

-Haydi iç de çay koyayım.


Ah Muhsin Ünlü*

* Yönetmen Onur Ünlü'nün şair mahlası




26 Haziran 2013 Çarşamba

Borç

"Kadınlar değerli varlıklardır, öyle olmasalardı beni yüz sefer reddetmezlerdi. Reddedilmekten kaynaklanan bütün zevkleri ve ıstırapları onlar sayesinde tattım. Kendimi onlara karşı borçlu hissediyorum"

Emrah Serbes

13 Haziran 2013 Perşembe

Ölüme

Ölüm o kadar çoksun, o kadar çoksun ki inandırdın bizi yaşamamaya. Haydi gel, sıkıysa gel bekliyoruz, gel de inandır bizi gebermeye! Öyle ki hatırlamayalım güzel olanı, öyle çoğal ki düş de kurmayalım, anlama hapsolalım, mahkum kalalım, bulamadıkça yaklaşalım sana. Çok da süründürme işte giriver kanımıza, nereye düşsek çıkıyoruz ya, çıkamayalım bir sefercik. Zaten bir sefersin ölüm, etin de budun da o kadar. Sonrasızsın bir de, algımızdan uzaktasın; geldiğin gibi gideceğiz. Biraz az olsan kovalardık seni, durup durup çoğalmasan kaçardık kaçabildiğimizce, ama çoksun ölüm, giderek de çoğalıyorsun, biz direnip de çoğalmadıkça, sen mühimmatını toplayıp geliyorsun. Ne kaldı aramızda? Bir ufak altın vuruş. Hadi gel de vur! Bir çizgi üstünde yürüdüğümüz, sırat köprüsü bu olsa gerek. Düşersek kaybederiz, düşmezsek sürünürüz. Bir mücadeleyse insanla arandaki, vur da kazan, yok eğer bir mücadele değilse niçin durmadan çoğalarak geliyorsun üstümüze? Rahat bıraksan yaşasak, en azından o kısacık olanı, seni düşünmeden yaşasak, sevsek belki, sen yanıbaşımızdayken yapamadığımızı yapsak, olmaz mı? Olmaz ölüm çoksun. Varlığınla yokluğun aynı ya, tabiat sensin ya, anlam, fikir, düş, imge, herşey sana çıkıyor ya, sen de rahat rahat çoksun. Biz zavallıların varlığı az, yokluğu zaten sen. Ne yapıyorsak hayatta kalalım diye; güçlü olmak istesek, aşık olmak istesek, keyif almak istesek, hep hayatta kalalım diye. Oysa hayat senin kadar kuvvetli değil, anladık. Anladık da bir türlü kopamadık işte, içimizde pis bir içgüdü, tutunmasak da düşerek, öylecene sürükleniyoruz. Yalnız sana söyleyeyim, senden çok da korkuyoruz sanma, çocuğumuz olursa biliyorum hayat kandıracak bizi, ama çocuğumuz olamazsa, tercih etmezsek belki, işte o vakit senin bize gelmeni beklemeyeceğiz ölüm, cumburlop atlayacağız sana. Varsın bu da seni güçlendirsin, varsın kıs kıs gülüyor ol içinden. En azından sömüremeyeceksin bizi, senin kölen olmayacağız. Zaten herkes öyle yapmıyor mu? Senin kölen olacağına, çocuk yapıyor ya da çocuk kalıyor ve hayatın kölesi oluyor. Bir de bizim gibiler var ölüm, sen bizi tanıdın artık, bin yıllardır varız, özgürler değilsek de bir biçimde köle olamayanlarız, bizi bilirsin ölüm ne sana ne de hayata hizmet edemedik pek. Bu sana son seslenişimiz. Ya gel al bizi de bir an önce, ya da çoğalıp durma ölüm. Ya biz seni çağırana kadar siktirolgit başımızdan ya da gel bitir bizi, hepimizi. Sana sen yetersin ölüm, biz bize yetemiyoruz!