31 Mayıs akşamından beri "direniş" kelimesi
hayatımızda başka bir anlam taşıyor. Kelimeyi kullanırken trafikten ya da
işlerimizden bahsediyormuşçasına rahatız."Direniş" bizim için artık
hem somut hem de gündelik. Üstelik de
direniş öyle güzel bir kavram ki altına sokulabilecek ideolojilerin hepsinden
muhakkak daha anlamlı kalıyor, yaşanışı esnasında beslenmeye ihtiyaç duymuyor,
adeta kendi ruhunu kendisi besliyor. İkinci Dünya Savaşı esnasında Fransız
direnişinin sembollerinden olan sosyalist Lucie Aubrac "Direnmek fiili
mutlaka şimdiki zamanda çekilmelidir" diyor. Direnmek bir ruh halidir.
Direnmeye başlamak da neresinden bakarsanız bakın umut yüklüdür. Bir ayı aşkın
süredir olup bitenler direnmeye başladığımızı kanıtlamaya yeter de artar nitelikte,
üstelik yalnızca direnenleri değil tam karşısında duranları da direnişin
varlığına inandırdık. Direniş inkar
edilemez konumda ve adeta " şimdi onlar düşünsün" dedik.
Düşünüyorlar.
Harala gürelenin içerisinde kafa patlatmaya fırsat
bulamadık, tek düşündüğümüz direnmekti, ne pahasına olursa olsun direnmek.
Sonra Gezi'yi işgal ettiler. Bu, muktedirlere hamle yapmak, bizlereyse
yaşadıklarımızı değerlendirmek ve direnişin geleceğini düşünmek adına vakit
kazandırdı. Devletlilerin, Gezi'ye abuk subuk belediye peyzajları uygulamak,
dünya piyasalarının Türkiye ekonomisi üzerindeki kaygılarını azaltmak, direnişi
unutturmaya çalışmak gibi uğraşlarına şahit olduk, ulusalcıları direnişten
kopartmak adına yaşatılan Kürdistan gerginlikleri de gözlerimizden kaçmadı, her
zamanki gibi can harcamayı da ihmal etmediler, ayıptır, günahtır, cinayettir.
Bizlerse parklarımıza çekildik, önce hislerimizi konuştuk, sonra fikirlerimizi,
sonra da hamlelerimizi. Bir çeşit doğrudan demokrasi modeli oluştu. Hareket
kabiliyeti anlamında yavaşladık belki ama direniş duygumuzu da muhafaza etmiş
olduk. Elbette ki neye karşı direndiğimize de geldi konu. Çünkü genel kanı; ne
istediğimizi tam olarak bilmediğimiz ancak ne istemediğimize daha hakim
olduğumuz yönündeydi. Benim forumlarda, tweetlerde, köşe yazılarında
gözlemlediğim kadarıyla, biz çok büyük, sandığımızdan da köklü bir şeyi
istemiyormuşuz: "Devlet"
Bana göre atılan en anlamlı slogan; " Bu daha
başlangıç, mücadeleye devam". Çünkü binlerce yıllık bir gelenekle
boğuşuyoruz, binlerce yıldır değişmemiş bir dille ağız dalaşı yapıyoruz,
binlerce yıldır isyan ve direnişe hep aynı cevabı vermiş ve çürümesini bu
hunhar cevapla gerçekleştirmiş bir devlet fıtratıyla savaşıyoruz. Bu yüzdendir
ki "Tayyip istifa"
taleplerimize kafi gelmiyor, biz Tayyip'e karşı değiliz, biz işine yaradığı
zaman "tepeden buyrukçu" politikaları kullanan devlet geleneğine
karşıyız. Dünyanın bütün devletlerinin hamurlarında bu maya vardır. Dolayısıyla
hareketimiz büyük ve evrenseldir. Hal
böyleyken bir ay gibi kısa bir sürede ve kararlılığımızı tam da ispat etmeden
bu geleneği kırmak, hafifletmek, geri adım attırmak imkansızdır. Devleti
rahatsız etmezsek, devlet dilini yeniden öğretmeye başlar, büyük bir organizma
olarak yıkılanı çabuk tamir eder, ortada kalan bizleri de bir virüs gibi atar
bünyesinden. O yüzden sürekli direnmek zorundayız. Gerçekten de bu daha
başlangıç.
Savaştığımız şeyin bir "tek adam" değil de
"tek adam"ı yaratan bir sistem olduğunu kavramak zorundayız, bizler
mevcut sosyo ekonomik sistemi muhafaza etmeye devam ettiğimiz sürece sistem tek
adamlar yaratır. Parti isimlerinden çok liderlerlerinin isimlerini bilişimiz bu
yüzdendir. Sınıfsal dengesizlik, istikrarı yakalamak adına "tek adam"
otoritesine ihtiyaç duyuyor, toplum "tek adamı" çağırıyor,
"Devlet" mekanizması sorunlarıyla başka türlü başa çıkamıyor,
"tek adam" geliyor, bastırıyor ve gidiyor, eğer "tek
adam"lıkta bir boşluk doğarsa, sabit "tek adam" var ; sistem,
eli mahkum Mustafa Kemal'e yöneliyor. Burada "tek adam"ın hem
"tek"i hem de "adam"ı sorunlu. Bu toplum babasız kaldığı
kadar anasız kalmamış demek ki, yoksa muhakkak ki en azından bir tane "tek
kadın" olurdu, buna en yakın isim herhalde "Rahşan Ecevit". O da anne figüründen o kadar uzak ki
gerçekten de çocuğu yok.
Bu toplumu babasız ve "tek adam" lara gebe bırakan
ne? Tam olarak bunu düşünmeli ve direnişimizi buradan evirmeliyiz bence. Elbette
ki korku ve endişedir cevap. Adaletsizliğin normal sayıldığı bir devlet
anlayışında çok uzun zamanlardır sallanıyoruz, babalar kimliklerini
koruyamıyorlar, evlatlarını haksızlıktan kaçıramıyorlar, kirleniyorlar,
yitiyorlar, ne yaparlarsa yapsınlar, bir güven ortamı tesis edemiyorlar,
belirsizlikte kayboluyorlar ve belirsizlikte kaybolmaya meyilli yeni baba
adayları yetiştiriyorlar. Toplum babasız kalıyor ve babalar ölürken
"Devlet Baba" doğuyor. Tıpkı harçlık verir gibi, paraları kendisi
için tehlikeli olmayanlara dağıtıyor, kendisi için tehlikeli olmayanları bir
araya topluyor.Babasız kalmış diğer çocuklar kıskanıyor, "Devlet
Baba" nın gözüne girebilmek için tehlikesiz taklidi yapmaya başlıyorlar.
Babanın babalığı büyüyor, "yaşasın artık babam var" diyenler
diğerlerini kendi yanlarına çekiyorlar. Bir de babasız hissetmeyenler ve babasız
hissetse de böyle bir baba modelini kabul etmeyenler var elbette. Ses
çıkardıkça dayak yiyorlar, dayak yedikçe aralarında dayaktan korkup kaçanlar,
dayak yememek için "Devlet Baba" ve ailesine yaklaşanlar, yaklaşmasa
da susanlar, susmasa da sesini kısanlar türüyor. Onlar da harçlık istiyor.
"Devlet Baba" değilse de "Devlet Amca" oluyor onlar için.
Aile büyüyor, annesizce büyüyor. Bu çılgınlığın farkına varanlar dayak yemeye
devam ediyorlar, küçük görülüyorlar, giderek yalnızlaşıyorlar, teslim olmamak
için köşelerine çekiliyorlar, bekliyorlar. "Devlet Baba" nın huyu
suyu birbirini tutmaz çocuklarının anlaşmazlığa düşmesini, "Devlet
Baba" nın paralarının suyunu çekip, harçlıkların adaletsizce
dağıtılmasını, "Devlet Baba"nın diğer "Devlet Baba"lar
karşısında ne denli özgüvensiz olduğunun anlaşılmasını bekliyorlar. Nitekim o
gün geliyor, çatıyor. "Devlet Baba" yalnızca en sevdiği çocuklarını
dinlemeye başlıyor, yalnızca onlara harçlık veriyor, kalan çocuklarını dövüyor
ve onları da en sevdiği çocuklarına benzetmeye çalışıyor. Böylece onu baba
olarak görenle, görmeyene aynı biçimde muamele etmiş oluyor,
"babasızlar" bıkıyorlar ve başka bir baba arıyorlar. Atatürk'e
başvuruluyor, onun sadık çocukları olan
ordu koşuyor, yeni bir "Devlet Baba" ya kadar babasızlığa, belirsizliğe,
güvensizliğe, korkuya ve zaman zaman
paniğe devam ediliyor.
İşte Gezi direnişinin
bir farklılığı olduğuna tam da bu noktada inanıyorum; biz artık geçici "Devlet
Baba"ları ya da sabit "Devlet Baba"yı istemiyoruz. Biz artık
öz babalarımızı yahut babasız yaşam formunu istiyoruz. Kadınlarımız da
direniyor, çünkü evlatlar ne kadar babasız kalıyorsa, kadınlar da o kadar
adamsız kalıyor bu endişe-korku devletinde. İçinde bulunduğumuzun evrensel ve
zorlu bir mücadele oluşu bu yüzden, biz yalnızca kendi "Devlet
Baba"mıza değil bütün "Devlet Baba"lara karşı ayaklandık ve
kararlı olmazsak babasız kalmaya ve yeni sahte babaların yeni sahte tokatlarıyla
"ehlileşmeye" mahkum oluruz. Bizler sonuna kadar kendi bedenlerimizle
direneceğiz, bu binlerce yıllık otoriteyi kırmak için ukala ve küstah bir tavır
takınacağız, asla orduyu bu işe karıştırmayacağız, Kürtlerin uğradığı
haksızlıkları da içimizin acısına katacağız, gerekirse Kürtler'in de kendi
sahte babalarından kurtulmalarına vargücümüzle yardım edeceğiz, herkesin aynı
babasızlığın çocuğu olduğunu unutmayacağız, Gezi'de yaşamaktan vazgeçmeyeceğiz
(6 Temmuz cumartesi geziye tekrar girmeyi deneyeceğiz, "sen bize izin veremezsin,
orası zaten bizim hakkımız" diyeceğiz, bu kesinlikle iki haftadır yapmamız
gereken bir hamleydi), babamız gibi davranılmasına izin vermeyeceğiz, bize
gösterilen yerde durmayacağız (açıkçası taksim büfeler önünde durup
ierlememekle , gidip devletten izin alıp Kazlıçeşme'de gösteri yapmak arasında
çok büyük bir fark görmüyorum), gerekirse elimize taş da alacağız, araba da
yakacağız (2006 'da başlayan ve uzun süre devam eden Fransa gettolarının eylemi oldukça işlevseldi,
can yakmadan zarar vermesi açısından da kalbimi kazanmıştı), marjinal gruplar
ya da teröristler adı altında yaramaz çocuk muamelesi edilmesine izin
vermeyeceğiz, bütün stratejimizi
devletin çocuğu olmamak üzerine kuracağız, genel grev diyorsak yalnızca
sendikaların anayasal haklarını düşünmeyeceğiz, gerekirse haftalar boyunca hiç
birimiz çalışmayacağız, kaybedilen direnişçilerin katillerini isteyeceğiz,
devletin katilliğini ortaya koyacağız, onu baba olmaktan uzaklaştıracağız,
devlete kendi dilini konuşturmayacağız, bütün üstten bakan söylemi ağızlarına
tıkacağız, sokakları boyayacağız, otoriteye karşı eğleneceğiz, muhafaza edileni
sarsmak için alışıldık bilinç düzlemini kıracağız, gerekirse biraz sarhoş
dolaşacağız. Bu türde bir kararlılık çok önemli, kararlı olamazsak Atatürk,
İsmet, Menderes, Demirel, Ecevit, Özal, Tayyip listesi noktayla değil üç
noktayla biter, devlet kendi dilini konuşur, korkarız, babasız kalırız, baba
ararız.İnanın bana, bulduğumuz öz babamız olmaz, olamaz.