19 Temmuz 2010 Pazartesi

**Le dimanche les enfants s'ennuient...


Dün günlerden pazardı. Çok sıkıldım. Uyudum,uyandım,bayıldım, ayıldım. Cesaret isteyen meseleler vardı, bir kenara bıraktım. En mendebur halimi takındım, öylece durdum.Çok terledim, yastığım sırılsıklam oldu, ıslak rahatsızlık çok güzel geldi bana, bir süre başka ıslak ve güzel rahatsızlıkları düşünüp, özledim. Hava sigara içmek için fazla nemli. Size de öyle gelmiyor mu? Hava öyle ki gündüzleri küçük ilişkiler, minik iletişimler kurulabilir yalnızca ve geceleri hafif bir rüzgar bulunursa susulup keyfi çıkarılır.Size de öyle gelmiyor mu? Hava çok sıkıcı, dünyanın kocamanlığını unutturuyor insana, derimin üstü de içimin iltihapları kadar yapış yapış kalıyor, pencerelerden uzak duruyorum, bereketsiz konulara kafa patlatıyorum, sonra iyice kendime gömülüp uyuyorum.
Böyle günler oluyor bazen, anladınız işte, hani o ağlamanın rahatlatmaktan ziyade yorucu ve bunaltıcı bir vazifeye büründüğü, sizi ağlamaktan bile soğutan günler. Böyle günlerde çocukluğumu bir kumar masasında kaybetmişim gibi hissederim, ya da canım cicim ayları geçmiş bir evliliğin tarafı gibi.
Az kaynaktan besleniyormuşum, öyle diyorlar, bu yüzdenmiş canımın hiçbir şey istemeyişi. Oysa ki meraksız değilim, merak ettiklerim arasından seçtiklerim az benim. Bunu da çok doğal buluyorum, öyle çok şey var ki çürümüş, kendimi "toplum bana istediğimi veremedi" derken buluyorum. Birçoklarının aksine ben, ne istediğimi biliyorum. Zaman zaman şaşırdığım, kendimi kaybettiğim doğrudur ama çoğunlukla duruşum duruştur.Toplum bu duruşu kabul etmez, toplum kabul ister, uyum ister, "kazananı yok etmek için bile önce kazanana dahil olmalısın" türünde bir söylemi dikte eder toplum. Örneğin dinlenmek istiyorsanız, size çizilen yolu takip edeceksiniz, üniversitenizi paşa paşa bitireceksiniz, tezler, doktoralar tüketeceksiniz, tonlarca işlevsiz makale yazacaksınız, daha sonra belki fikrinize danışabilirler, o da onları çok da sabote edecek bir şeyler anlatmıyorsanız. Ben bu dışlamanın doğal olmayan bir yanını görmüyorum,10 kişilik bir arkadaş grubunda 9 kişi hep sarhoş geziyor, kalan bir kişi de ağzına içki sürmüyorsa bir süre sonra sarhoşlar, içmeyene içirmeye çalışcaklardır, tüm ısrar ve zorlamalarına karşın başaramaz, karşılarında beklediklerinden daha kuvvetli ve sakin bir direnç görürlerse dışlama yoluna gideceklerdir, hiç içmeyen de zaten bir süre sonra sarhoşları aptal saptal şeylere gülmekle itham edecek ve onlardan sıkılacaktır, kopuş kaçınılmaz olacaktır.Hal böyleyken niçin garip olsun ve nasıl engellenilebilir benim az kaynaktan beslenmem? Toplum beni ne kadar kabul etmiyorsa, ben de toplumu, bu haliyle en az o kadar kabul etmiyorum, varsın canım sıkılsın, varsın irili ufaklı çıkmazlar oluşsun. Bana göre bu bir savaştır, hem duruşumu bozmadan hem de intihar etmeden yaşadığım her an fethettiğim bir kaledir.Kimileri yaşamı bir savaşa benzetmemi eleştiriyor.Diyorlar ki hayat bir taneymiş ve çok kısaymış ve düşünmeden yaşamak lazımmış. Ben de sorarım onlara; madem ki hayat çok kısa ve değerli, onu özensizce, düstursuz yaşayacak kadar kötü mü kullanacağım, bana dayatılana boyun eğersem mi daha çok değer vermiş olurum hayatıma yoksa reddedersem mi?
İyi bir hayat yaşamak, fırsatları iyi değerlendirmek demek değildir, rahat ve kolay olanı seçmek demek değildir,güçlü bir mevkide uzun yıllar bulunmak demek değildir, özgürlük kısıtlayıcı sosyal tabulara uyum sağlamak değildir, uyum sağlarmış gibi yapmak hiç değildir.
Hayatınıza değer veriyorsanız önce hayatınızın nelerden oluştuğunu kavramalısınız.Hayatınız; vücudunuzdan ve iradenizden oluşur.İçgüdü vardır, dolayısıyla bedensel ihtiyaçlarınız her zaman önce gelecektir, örneğin karnınız açken oturup eğitim sorunlarını düşünecek haliniz yok.Ancak yemek, su, cinsel tatmin ve keyif gibi temel ihtiyaçlarınızı karşıladıktan sonra geriye tek şey kalacaktır, o da iradeniz. İradenizin özgürlüğü sandığınızdan daha önemlidir. Bir ay boyunca (hatta bu konuda kararlıysanız bir ömür boyunca) et yemeden yaşayabilirsiniz ve bu, imkanlarınız dahilinde anlaşılabilecek bir durum olabilir. Ama bir ay boyunca ya da bir ömür boyunca emir alarak yaşamayı kim açıklayabilir bana?
Canım sıkılıyor, dün günlerden pazardı, bugün hala sıkılıyor, toplumsal dışlanma küçük bir şey değil, önemsiz bir şey değil, aileyle bitse tamam, işsizlikle bitse tamam, sağlıksızlıkla bitse tamam, ama bitmiyor. Bir de bakmışsınız ki en yakın arkadaşınız sizi "yola sokmaya", "adam etmeye" çalışıyor. En yakın hissetiklerinizin onca değişmesi canınızı yeterince yakmamış gibi bir de sizi değiştirmeye çalışmalarının hayal kırıklığıyla boğuşuyorsunuz.Oysa sizi anlamalarını beklerdiniz.Şuursuz gezişimiz, en yakınlarımıza bu derece dokunmamalı.Şuurumuzun bizi zorladığı, akıl ve sevgi dolu çocukluğumuzdan uzaklaştıkça ne menem sıkıntılara düştüğümüz farkedilmeli,seçtiğimiz paralel yaşam takdir görmeli.
Bu bizim tıkanıklık, gelmiş geçmiş en büyük tıkanıklık, ne Oblomov, ne Selim Işık, ne Raif Bey yanaşamaz bu tıkanıklığa, en çok arada kalan bizleriz, en çok biz boğuluyoruz kültür çöplüğünde. Hiç bir eski ahlak anlayışını kabul etmiyor oluşumuz ne kadar sevindirici bir durumsa, bireysel ahlak anlayışlarımızı oluşturamıyor oluşumuz da o kadar acınası.Nereye çeksen geliyoruz, oradan oraya savruluyoruz,savrulmak istemiyorsak da elimiz mahkum kaçıp, içimize çekiliyoruz. Öyle olunca da günlerden pazar oluyor, canımız sıkılıyor, oysa bu derece büyük bir sıkışmanın gerilimiyle bir patlasak belki dünyayı baştan yaratacağız, belki yeni bir evren oluşacak yeni zerrelerden, belki yalan yenilecek.
Gecelerden cumartesi, rüyamda bir sınavdayım, önümde biraz pilav biraz makarna var, soru çok garip, Kenan Evren bunlardan hangisini paketleyip satar, pilavı seçiyorum, sınav kağıdıma sığmıyor, mavi bir etiket var, onu da yanlış yere yapıştırıyorum, o sırada Kenan Evren geliyor,meğer sınavı Kenan Evren düzenliyormuş, makarnayı paketliyor, yanlış yaptığımı anlıyorum, Kenan Evren'e "hocam" diyorum, "arkadaki büyük tabaklardan alabilir miyim?" "Hayır" diyor, "sen bir an önce sınavını bitir"
Sınavı bir türlü bitirmek istemiyorum, kağıdın alt bölümlerine geçtikçe, asker kafasıyla cevap vermem gereken sorularla karşılaşıyorum, önce inandığımı yazıyorum, sonra arkadan biri uyarıyor sınavı geçemeyeni öldüreceklermiş, yukarıdan biri sesleniyor, bir bakıyorum tepede bir loca, bütün tanıdıklarım toplanmış,aşklarım,arkadaşlarım,uzak yakın bütün akrabalarım orada; "sınavdan çıkıyorum ben, siksen yapmam bu sınavı" diyorum.Eksiksiz hepsi itiraz ediyor, çok uzaktalar ama konuşuyoruz, beni ikna ediyorlar önce, "canından daha mı kıymetli" diyorlar. Bir kaç soruyu daha cevaplıyorum, aksi ya en öne oturmuşum, o pezevenk Kenan Evren de orada, pis pis bana bakıyor, dayanamıyorum, kağıdı üstündeki pilav ve makarnalarla berbaer fırlatıyorum, anfinin kapısına gidiyorum, herkeste bir eyvah havası, Kenan Evren "Vurun" buyuruyor...
Sabahlardan Pazar, sıkıntıyla uyanıyorum, sigarayla başlıyorum güne.
Günlerden Pazar, sıkıntıyla seriliyorum, uyur gibi yatıyorum öylece.
Gecelerden Pazar, cigaraya uyanıyorum bir vakit,terlemişim, sıkıntı biraz olsun gidiyor.
Günlerden pazartesi, oturdum bunları yazdım, sıkıldım...


** "Pazarları çocuklar sıkılırlar" manasında Fransızca cümle, Truffaut'nun "L'argent de Poche(Cep Harçlığı) filminde çalan sevimli bir şarkının da sözüdür.
http://www.youtube.com/watch?v=W5Z1Txg5J3c

1 yorum:

  1. yapmak istediklerini anlamakla, bu yüzden göze aldıklarını kavramak arasındaki uçurumu kapatamıyorum ben zihnimde. Almakla ilgili bir derdin olmadığını iyi biliyorum da, feda ettiklerini kaybetmeyi değerli kılacak bir ahlak arayışı yolunda kendini de kaybedersin diye korkuyorum (ya da sen çemberin dışından bakarken ben anca teğet geçebiliyorum). Seni vicdani ret konusunda normale itmeye çabalayanlardan biri de benim,bundan suçluluk ve utanç duyuyorum eyvallah ama seni de seviyorum haciz.

    YanıtlaSil